KADER ÇİÇEKLERİ -3 SEVMENİN BEDELİ
Her hakkı mahfuzdur.
İzin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz.
ISBN:978-975-01171-4-5
Bu eser tamamen hayal mahsulüdür. Gerçek kişilerle ilgisi yoktur. İsim benzerlikleri rastlantılardan ibarettir.
BÖLÜM.7
AYRILIĞIN KORU DÜŞTÜ İÇİME
İhtiyar at; içinde bulunduğumuz arsa küçük olmasına rağmen, usta bir manevrayla arabayı döndürdü. Çıkmadan önce, usta bir sürücü gibi ana yolu kontrol etmeyi de ihmal etmedi. Arabayı karşı geçeye geçirdikten sonra da koşmaya başladı. On dakika sonra yol ayrımına gelmiştik. Küheylân, arabayı buradaki bileğim kalınlığında akan ve yanında tertemiz suyla dolu bir yalağı bulunan bir çeşmenin yanına getirip, durdu. O kadar güzel eğitilmişti ki; susamış olmasına rağmen, sürücüsünün izni olmadan yalağa yanaşıp su içmiyordu.
Bu güzel hayvan en baştan beri ilgi ve dikkatimi çekiyordu. Onda ve davranışlarında öyle güzellikler, öyle şirinlikler buluyordum ki bu güzel hayvana tam manasıyla gönlümü kaptırmıştım denebilirdi. Bir bakıma ona hayrandım. Tabi ki bu davranışı hemen dikkatimi çekiverdi.
-Hey ufaklık diye bağırdım. Görüyor musun Küheylân’ı? Ne kadar akıllı. Sahibinin izni olmadan su bile içmiyor.
Küçük arkadaşım biraz durgun ve mahzun, isteksizce:
-Evet dedi. Gerçekten çok akıllı.
Arabadan atlayarak geminden tutup, suya yanaştırdım.
-Hadi oğlum; kana, kana iç bakalım deyip, ıslık çalmaya başladım.
Yaşlı at iri yudumlarla suyunu içerken fırsattan istifade aptesimi tazelemek istedim. Çabucak; ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkararak çeşmeye yanaştım.
Küçük arkadaşım aptes alışımı ilk defa görüyormuş gibi ilgiyle bakıyordu. Arabaya binerken bağrına bastığı iki torbayı sıkı, sıkı tutmuştu. Sanki torbaları ya da içindekileri kaybetmekten, onları yitirmekten korkuyor gibiydi. Koyu bir tedirginlik içinde, sabahki; durgun, düşünceli, dalgın birazda esrarengiz haline tekrar bürünmüştü.
Bir derdi vardı ama neydi? Artık eroinden tamamen kurtulduğunu ayrımsıyordu. Bir derdi varsa bundan kaynaklanmadığı kesin gibiydi. Eroin gibi bir belayı başından atarak çok büyük bir iş başarmıştı. Gerçekte, küçük bir kuş gibi mutlulukla cıvıldaması gerekiyordu ama…
Onun bu halinin, bir başka nedeni olmalı diye düşünüyordum. Düşünüyordum ama bu nedeni bir türlü bulamıyordum.
Aptes aldıktan sonra bana bakan küçük arkadaşıma gülümsedim. O da belli belirsiz, isteksizce gülümseyerek yanıt verdi. Yüzü, bulutlu bir günde bulutların arasından bir ara sıyrılan güneşin ortalığı ışığa boğ
ması gibi bir an aydınlanıp, tekrar karardı. Bir derdi vardı ama bunu bir türlü anlayamıyor, nedenini bir türlü kestiremiyordum.
Küheylân’da suyunu içip, bir adım geri çekilmişti. Kulaklarını dikip; güzel, iri gözleri ilgi ve merak dolu, beni takip ediyordu. Güzel kadife boynunu bükerek arabaya bininceye kadarda takibine devam etti. Binince; boynunu doğrultup, komutumu beklemeye başladı.
Dizginleri hafifçe sırtına vurarak:
-Hadi oğlum Küheylân! Diye bağırdım. Bizi eve götür bakalım.
Araba toprak yola saptı, yaşlı at bildiğince gitmeye, koşmaya başladı. Kontrolü tamamen ona bırakmıştım. Dizginlerin halkasını sol koluma geçirerek, sağ tarafımda sessizce oturan; puslu, minik yüzü iyice kararmış küçük arkadaşıma ilgiyle baktım. Yine o durgun, tedirgin, üzgün hâli devam ediyordu. Niye üzgün olduğunu sorayım mı diye düşündüm. Ailesiyle ilgili kötü bir haber mi almıştı? Fakat son günlerde sık, sık olduğu gibi sabahleyin gelirken de böyle düşünceli ve üzgün olduğunu anımsayınca, bunun ailesiyle ilgili bir sorun olmadığını anlamakta gecikmedim. O halde?
Aşırı ilginin onu rahatsız ettiğini öğreneli oldukça uzun zaman geçmişti. Kendisiyle ilgili olur olmaz sorular sormanın onu tedirgin ettiğini biliyordum. Küçük bir kız, bir çocuk yerine konulmaktan nefret ediyordu. Bu nedenle ona bir şey sorarken, son derece dikkatli olmam gerekiyordu. Bu küçük kıza öylesine odaklanmıştım ki, ruhundaki en küçük bir esintinin dahi farkına varır olmuştum. Küçük arkadaşıma bir şeyler üzüyordu. Bu üzüntü ağır ve acıtıcıydı. Onun bana açılması en doğrusuydu ama, ben yine sabredemedim.
-Hey ufaklık! Dedim. Bu gün seni çok düşünceli görüyorum.
Hayatından bezmiş, ya da sırtında ağır bir yük varmış gibi bitkin, yüzünü yere doğru eğerken, yavaşça:
-Evet! Haklısın babalık dedi. Bir şeyler düşünüyordum.
Endişeyle yüzüne bakarak:
-Fakat bu bana, bir şeylerden daha fazla gibi geliyor? Bir derdin mi var? Diye sordum.
Gülümsemeye çalıştı.
-Hayır dedi. Yanılıyorsun, bir derdim yok. Ne derdim olabilir ki?
Bu yanıtın baştan savma olduğunun farkındaydım. En basit ifadesiyle küçük arkadaşım bana açılmak istememişti. Ama o an yapabileceğim bir şeyde yoktu. Bu nedenle üstelemeyi uygun görmedim. Sadece:
-Peki! Öyle olsun bakalım demekle yetindim.
Öyle dedim ama bir derdinin, bir üzüntüsünün oluşunu kesinlikle fark edişim ona olan ilgimi kesmiyor, daha da güçlendiriyor, onun bana açılmaması, bundan kaçınması içimde bir endişeye, bir korkuya neden
oluyordu. İnkâr ediyordu ama bir şeyler ruhunu oyuyor, ıstırap veriyor, sanki onu bilinmezliklerin derinliklerine itiyordu.
Bir müddet sessizce yola devam ettik. Belki konuşturarak üzüntüsünü dağıtabilirim diye düşündüm. Bağrına sıkı sıkıya bastırdığı torbaları göstererek:
-Galiba kendine bir şeyler almışsın dedim.
Anlayamadığım bir hüzünle bulutlu güzel yüzünü, gözlerini kaldırıp, baktı. Sesi zayıf ve üzgündü. Bir parça da titriyordu.
-Evet dedi. Bir şeyler aldım. Hem sana borcumu da aldım. Vereyim mi?
Küçük arkadaşımın bana ne borcu olabilirdi?
Hatırlayamadığımı ayrımsayınca:
-Galiba unutmuşsun deyip; elini, bağrına sıkı sıkıya bastırdığı torbalardan birine sokarak, beyaz bir kağıda düzgünce sarılmış bir paket çıkarıp, uzattı.
Paketten iki tane son derece kaliteli atlet fanila çıkınca borcumu aldım derken neyi kastettiğini hemen anladım. Küçük arkadaşım, mağaradaki o küçük olayı unutmamıştı.
O garip olayı hatırlamanın verdiği utançla:
-Gerçekten hiç gerek yoktu dedim. O olayı çoktan unutup gitmiştim. Senin de unutmuş olmanı tercih ederdim.
Yine gülümsemeye çalıştı.
-Sen unutmuş olabilirsin ama ben unutmadım. Borcuma sadığımdır. Sonra.. Unutmam da mümkün değil.
-Peki! Mademki almışsın, teşekkür ederim. Tekrar sarıp yerine koyar mısın?
Fanilaları güzelce sarıp, torbaya koyduktan sonra, güzel gözlerini yüzüme dikerek:
-Sana bir de hediye aldım dedi.
Küçük arkadaşım beni anımsamış ve benim için bir hediye almıştı. Dünyadaki hiç bir şey beni bu kadar sevindirip, mutlu edemezdi.
Sevinçle dolup taşarak, engel olmayı başaramadığım bir sabırsızlıkla:
-Peki! Hediyemi ne aman vermeyi düşünüyorsun? Diye bağırdım.
-Hemen dedi. Şimdi.
Ak güvercine benzeyen küçük elini fanilaları koyduğu torbaya tekrar sokarak; büyükçe, hediye olduğu anlaşılsın diye kurdelelerle süslenmiş bir paket çıkarıp, uzattı.
Paketi alıp; sevinçle bir göz attıktan sonra, tekrar ona uzattım.
-Lütfen dedim. Ellerim meşgul. Benim yerime hediyemi açar mısın?
-Peki, açayım. Umarım beğenirsin.
Beğenmek mi? İçinden çıkacak olanın ne önemi olabilirdi ki. Gerçekte, o büyükçe paketin içinde; içinde ne olursa olsun küçük arkadaşımın bana olan ilgisi, sevgisi vardı. İçindeki sadece bu ilgi ve sevginin somutlanmış bir simgesiydi. Küçük arkadaşım beni hatırlayarak, bana değer vererek, en önemlisi beni sevdiğini göstererek dünyanın en güzel hediyesini zaten vermişti.
Paketi çevreleyen kurdeleleri dikkatle çözdü, ambalaj kâğıdını da itinayla, yırtmamaya gayret ederek çıkardı, kapağını açarak, tekrar uzattı.
İçinden; zevkle seçilmiş, çok güzel, boyunlu bir kazak çıktı. Hayran gözlerle kazağa baktıktan sonra, yana doğru eğilip, yanaklarından öptüm.
-Hediyen için çok teşekkür ederim, dedim. Gerçekten çok güzel. Çok zevk sahibisin. Oldukça da pahalı olmalı?
Gülerek cevap verdi.
-Hediyelerin fiyatı sorulmaz. Bilmiyor musun?
Hediyesini vermenin tam zamanıydı. Bundan daha uygun zaman bulunmazdı.
Mutlulukla dolup, taşarak:
-Biliyor musun? Ben de sana bir hediye aldım dedim.
İnanmaz gözlerle yüzüme baktı. Birden içinde gam, keder, hüzün ne varsa boşaldı; salt sevince dönüşüp, her şeyi unutuverdi. Ne zamandır askın duran yüzü bir sevinç güneşiyle aydınlandı.
Şaşkın ve inanmaz:
-Bana hediyemi aldın, bana hediye mi aldın? Diye bağırdı.
Onu bu şaşkınlığı ve inanmazlığı garibime, bir parça da gücüme gitmişti.
-Evet dedim. Niye bu kadar şaşırıyorsun ki? Sana bir hediye alamaz mıyım?
-Ahh! Özür dilerim dedi. Fakat bu öylesine güzel bir şey ki. Şaşkınlığımı bağışla... Hediyem nerede söyler misin lütfen? Yoksa hemen vermeyecek misin?
-Hediyeni daha sonra vermeyi düşünüyordum ama …
Hemen vermeyeceğimi zannederek; sevinçle, mutlulukla dolup taştığı halde bir parça üzgün ve tedirgin, sabırsızlıkla yalvarmaya başladı. Yalvarışının içinde beni sevme, bana değer verme vardı. Bu öylesine güzeldi ki, bu oyunu bir parça daha uzatmak için ağırdan alıyordum.
Nihayet, sabrı bitmiş olmalı ki; şımarık, şımarık:
-Lütfen lütfen, ne olur? Deyip üzerime doğru atıldı. Tekerleklerden birisi bu ara bir çukura girince az kalsın düşüyordu. Sağ kolumla yakalayıp, kendime çektim.
Gülerek:
-Hey deli kız dedim. Az kalsın arabadan düşüyordun. Bir hediye için değer mi yani?
Kollarını boynuma doladı. Gözleri sevinçten pırıl pırıldı.
Babasına yaltaklanan küçük bir kız gibi içi içine sığmayarak:
-Lütfen, lütfen ne olur? Hediyemi hemen ver. Yoksa sabırsızlıktan öleceğim diye yalvardı.
-Peki dedim. Hediyen oturduğun yerin tam arkasındaki beyaz torbanın içinde, oradan alabilirsin.
Kollarından birini boynumdan çözerek söylediğim torbaya ulaşmaya çalıştı. Yetişemeyince diğer kolunu da gevşetti. Lakası bol bir yere gelmiş, sarsılarak ilerliyorduk. Küçük arkadaşımın düşme gibi bir tehlikeye maruz kalmasını istemedim.
Pantolonunun boğum, boğum kemerinden tutarak:
-Acele etmesen iyi olacak dedim. Biraz sonra Küheylân’ın bakımı için duracağız. Hediyeni o zaman da alabilirsin.
Sevinçle dolup taşan ışıltılı, sabırsız gözlerini gözlerime dikerek:
-Hayır dedi. Küheylân’ın keyfini bekleyemem doğrusu. Şimdi almak istiyorum.
-Peki dedim. O zaman sana yardım edeyim.
Sağ kolumu önden beline dolayarak; onu olabildiğince emniyete almaya çalışıp, yana doğru eğildim. Nihayet torbayı ulaşmaya başarabildi. İçinden, kurdeleyle süslenmiş paketi çıkarmasıysa saniye sürmedi. Kendime doğru çekerek yanıma oturttum. Oldukça heyecanlanmış olmalı ki küçük göğsü sık nefeslerle inip kalkıyor, elleri titriyor, bir parça nemlenmiş gözleri olabildiğince büyümüş; pırıl, pırıl balkıyordu.
Bir an; tılsımlı, kutsal bir şeyi bakıyormuş, açmayı kıyamıyormuş gibi paketi süzdükten sonra, heyecandan titreyen elleriyle açmaya başladı. Önce kurdeleyi itinayla çözdü, sonra üzerinde minik kırmızı güller olan paket kâğıdını, sanki kâğıt değil de çok daha kıymetli bir şeymiş gibi itinayla, hiç yırtmadan açtı. Onun bu çocukça heyecanı ve sevinci beni mutluluklara boğuyordu.
-Hey ufaklık dedim. Her şeyden önce bir hayal kırıklığına hazır olsan iyi edersin. Şimdiye kadar genç bir kıza hediye almadım. Yani bu konuda kara cahilim. Büyük olasılıkla içinden çıkanı beğenmeyeceksin.
Beni duymadı bile. Son olarak kutunun kapağını açarken, heyecandan tam anlamıyla nutku tutulmuştu. Küçük, şirin çantayı görünce:
-Ayy! Enfes… Enfes bir şey bu diye bağırdı.
Uzun sapını ellerine dolayarak, çantayı havaya kaldırıp, hayranlıkla süzdü. Sonra gözlerimin içine ışıl ışıl bakarak:
-Gerçekten hârikâ bir şey bu babalık. Aşk olsun. Bir de hediye seçmesini bilmediğini söylemiştin. Kendim seçsem bu kadar güzelini seçemezdim doğrusu.
-Beğendiğine sevindim dedim. Ne yalan söyleyeyim, beğenmeyeceksin diye ödüm kopuyordu.
Yüzünü tamamen bana doğru çevirip, güzel gözlerini gözlerime dikti. Eğilerek; etsiz dudaklarını yanaklarıma uzun, uzun bastırdı. Bir çiçeği koklar gibi uzun, uzun öptü. Nefes alış verişlerinin ılıklığını yanağımın hemen üzerinde duyuyordum. Sıcacıktı, sevgi gibi sıcacıktı. Mutlulukla dolup, taşıyordum.
Nihayet dudaklarını yanaklarımdan çekerek, som sevince dönüşmüş gözlerini gözlerime çevirdi. O yumuşak pırlantalar bulutsuz bir yaz günü gibiydiler.
-Çok, çok teşekkür ederim babalık dedi. Gerçekten hediyen çok makbule geçti. Böyle bir çantaya çok ihtiyacım vardı.
Hediyemi beğendiği için öylesine mutluydum ki. İçim içime sığmayarak:
-Güle güle kullan dedim.
Çantayı yine kutusuna yerleştirdi. Sanki bir daha açmayacakmış gibi, kurdelesini bile bağlayıp, bağrına bastırdığı torbaya koydu.
Küheylân’ın bakım zamanı gelmiş olmalı ki, birden zınk diye duruverdi. Gülerek arabadan atlayıp, yaşlı aygırın yanına koşuştuk. İki koldan bakımını yapmaya başladık. Yaşlı aygır gösterdiğimiz ilgiden memnun; yelesini silkeliyor, başını sallıyordu. Hareketleri çok hoştu.
Mutlulukla dolup taşıyordum ama bu fazla uzun sürmedi. Küçük arkadaşım o durgun, üzgün haline tekrar dönüvermişti. Onun bu birbirine zıt iki ruh hâlinden, birinden diğerine geçişi bir kitap yaprağını çevirmek kadar basitti. Bu da onun ruhsal yönden ne kadar duygan ve kırılgan, bu yönde dış etkilere ne kadar açık olduğunun bir göstergesi gibiydi.
İsteksiz ve güçsüz, elindeki bez parçasıyla Küheylan’ın sağrısını siliyordu. Ona göz ucuyla bakıyordum. Onun bu ruh hali bana da bulaşıverdi. Ne yaparsam yapayım bir kördüğüme andıran bu ruhsal durumunun gerçek nedenini anlayıp çözemiyor, onu bu hâlinden kurtaramıyordum. Sanki kötü bir hatıra, sancılı bir düşünce onu kendine çekiyor, bir burgacın içine itiyordu. Belki bir yardımı olur diye:
-Heyy ufaklık! Küheylân öyle akıllı ki.. Sanki.. Sanki insanlar gibi laftan anlıyor dedim.
İlgisini çekmiş olmalı ki biraz zoraki de olsa gülümseyerek yanıma sokuldu.
-Laftan mı anlıyor? Yani bu at laftan mı anlıyor diyorsun? Diye sordu.
-Evet! Bak şimdi dedim. Yüzümü Küheylân’a çevirip, bağırdım.
-Küheylân! Artık gidelim mi? Ne dersin oğlum?
Yaşlı aygır; söylediklerimi anlamış gibi yelesini silkeleyip, başını sallayınca küçük arkadaşım kahkahalarla gülmeye başladı. Her zaman olduğu gibi yine o çocuksu ruhu su yüzüne çıkmış, onu üzen gam, keder ne varsa her şeyi bir çırpı da unutuvermişti. Onu avutmak ne kadar da kolaydı.
Yüzüme sevinçle bakarak:
-Gerçekten de babalık bu at çok akıllı, baksana laftan da anlıyor dedi.
Tekrar yola koyulduk. Küçük arkadaşım eski yerine oturmuştu. Bir elinde ne olduğunu bilemediğim, fakat güzel bir elbise olarak tahmin ettiğim torbasını bağrına basıyor, diğer eliyle de arabanın kulpuna sıkıca tutuyordu.
Arabanın kontrolünü yine Küheylân’a bırakmıştım. Zaten nesini kontrol edecektim ki? İn, cin top oynayan bu orman yolunda bildiğince gidiyor, daha önemlisi yolu bizden iyi biliyordu.
Küçük arkadaşımı mutlu ettiğim, o durgun ve üzüntülü hâlinden kurtardığım için çok sevinçliydim. Fakat bu sevincim yine uzun sürmedi. Bir müddet sonra küçük yüzüne, yine o bildik; durgun, üzüntülü ifade gelip, yerleşti. Sevinçten parıldayan gözlerinin feri söndü. Ufuklarına o üzgün, düşünceli ifadenin donukluğu geldi. Onu böyle; birden, sevinçle uçup dururken, karamsarlığın karanlığına iten şey ne olabilirdi? Ona endişeyle baktım. Gözlerimiz bir ara birbirine takıldı; bakışlarımdaki endişeyi, onun için olan korkuyu hemen fark ediverdi.
Utanıyormuş gibi başını eğerek:
-Eşinle konuşmanı duydum dedi.
Küçük arkadaşımı üzen şeyin bu olduğunu zannederek:
-Eee! Ne olmuş yani dedim. Eşimle gizli bir şey konuşmadım ki. Bizi duymuş olmanın hiç bir önemi yok. Yoksa buna mı üzülüyorsun?
Üzüntülü, üzüntülü:
-Eşine, bir ay sonra döneceğini söyledin dedi.
Küçük arkadaşımın üzüntüsünün sebebini anlamıştım. Bilerek ya da bilmeyerek, ne zamandan beri içimde kanayıp duran yaramı deşeleyivermişti.
Sesim kederden titriyordu.
-Evet! Haklısın dedim. Ona bir ay sonra döneceğimi söyledim. Her güzel şey gibi bu tatil de bir gün bitecek.
Derin bir iç çekerek:
-Biliyorum dedi. Bir gün bu güzel günler bitecek, eşine ve çocuklarına döneceksin. Fakat…. Demek istediğim bu değildi.
Ne demek istediğini sorar gibi yüzüne baktım.
-Öğrenmek istediğim bunun nasıl olacağı? Yani nasıl ayrılacağız?
Bu küçük kız yaramın üzerine tuz, biber ekeliyordu.
Bu konunun konuşulmasına dahi tahammülüm yoktu. Tıpkı bir idam mahkûmunun idam edileceği anı düşünmek istememesi gibi, ben de bu ayrılık anını düşünmek, bu konuyu konuşmak istemiyordum. Bu yüzden değiştirmeye çabaladım.
-Biliyorsun dedim. Önümüzde dolu, dolu koca bir ay var. Ayrılık gibi tatsız konularla tadını bozmamaya ne dersin? Vakti, zamanı geldiğinde konuşmak daha uygun olmaz mı?
Biraz merak, daha çok şaşkınlık; çok, çok acıyla yüzüme bakarak:
-Fakat bu nasıl olabilir? Ne zamandan beri tedirginsin. Sabahlara kadar dolanıp, duruyorsun. Dakikalar boyunca salıncağımın yanına gelip; bana, yüzüme bakıyorsun. Ayrılığın koru ne zamandan beri içine düşmüş dedi.
Haklıydı..Haklıydı ama bu benim için; hatırlamak, konuşmak istemediğim öylesine acı bir konuydu ki..Bu yüzden değiştirmeye çabaladım. İşi latifeye boğmaya çalıştım. Gülmeye çalışarak:
-Ne o küçük hanım? Yoksa uyumayıp beni mi gözetliyorsun? Diye sordum.
Başını sallayarak itiraz etti.
-Elbette seni gözetlemiyorum. Unutma, artık seni ben de çok iyi tanıyorum. Tedirgin olduğun o kadar belli ki. Bunun nedeni de bir gün ayrılmak zorunda kalacağımız değil mi? Bu konuyu bir önce konuşup, bir neticeye bağlasak daha iyi olmaz mı?
Olumsuz yönde başımı sallayarak:
-Bu konuda en azından şimdilik konuşmak istemiyorum dedim. Vakti geldiğinde konuşuruz. Böyle tatsız bir konuyla güzelim günlerimizi zehir etmemeliyiz.
Yüzündeki şaşkınlık daha da netleşti. Böyle bir yanıt beklemiyor olmalıydı.
-Anlamadım. İçimizde bir kor bizi kavurup dururken, onu nasıl yok sayabiliriz söyler misin?
Yine itiraz ettim.
-Hayır, lütfen. Bu konuda konuşmak istemiyorum.
İsyan edermiş gibi bağırdı.
-Fakat neden? Gerçeklerden kaçılamayacağını bana sen öğretmiştin. Şimdiyse başını kuma kendin gömüyorsun.
-Ufaklık lütfen.
Somurtarak:
-Peki! Madem konuşmak istemiyorsun, konuşma bakalım dedi. Ayrılışımızın senin için de çok zor olacağını biliyorum. Bu konuyu konuşsak; bir ay sonra başımıza ne geleceğini bilsek, bizi daha mutlu etmez miydi? En azından ayrılacağımızın baskısından kurtulurduk.
-Lütfen! Önümüzde koca bir ay var, bu konu için henüz çok erken.
İsyan ederek:
-Bir ay mı var? Bir ay dediğin nedir ki? Buraya geleli iki ay olmuş; dün, bu gün gibi. Bir ayda gelip, geçecektir diye bağırdı.
-Lütfen! Israr etme, bu konuda konuşmak istemiyorum.
-Peki! Ne yapayım? İstemezsen isteme.
Bir an duraklayarak devam etti.
-Düşünmeme de engel olamazsın ya. Hem sen tam bir düşünce özgürlüğünü savunurdun değil mi? Biraz sesli düşüneceğim içinde kusuruma bakmazsın artık.
Evet, ne diyorduk. Ayrılışımızın nasıl olacağını konuşuyor, pardon düşünüyorduk değil mi? Varsayalım ki bu gün son günümüz olsun. Son günümüzde ne yapardık babalık?
-Ufaklık lütfen………
-Evet! Düşünelim bakalım. Bu gün, bu güzel tatilimizin son günü olsaydı ne yapardık? Bir tahmin de bulunmaya çalışayım. Her halde son günümüzde dostlarımızla vedalaşmaya giderdik değil mi? Muhakkak, son bir defa daha Musa emmiyi görmek isterdin. Ben de Hacer anayla diğerlerini görürdüm. Küçük Hacer’i de son bir defa daha severdim. O küçük kızı muhakkak ki çok özleyeceğim. Sonra ne yapardık babalık? Herhalde son günümüzde baş başa kalmak isterdik değil mi? Bunun içinde Musa emmilerden mümkün olduğu kadar erken dönmeye çalışırdık. Bana sorarsan son bir defa daha; şöyle etrafı, o güzelim yerleri dolaşmayı ne dersin? Bunu senin de isteyeceğinden eminim. Her halde akşama kadar son bir defa daha etrafı dolaşırdık. Akşam olmak üzereyken kampımıza dönerdik değil mi? Son bir defa daha, o muhteşem akşam günindisini seyretmek isterdik. Küçük Göl’ün kocaman bir alevle yanıp, tutuştuğunu görmek isterdik.
Bir an durdu. Sanki hülyalara dalmış gibiydi. Derin bir iç çekip, devam etti.
-Göl sularının bin bir renkle kaynayıp, menevişlediğini, sonra; ayın, yıldızların, gümüşleşen göl sularında nasıl yıkandıklarını... Son bir defa daha, belimizi o kocaman çam ağacına dayayıp, önümüzdeki güzellikleri doyasıya seyrederdik değil mi babalık?
Değil mi babalık derken öyle bir bakış fırlattı ki, yüreğim yerinden kopuyordu.
Ümitsizce yalvardım.
-Ufaklık! Lütfen, rica ediyorum.
İsyan ederek bağırdı.
-Hayır! Boşuna nefesini tüketme. Durmayacağım da, susmayacağım da. Düşünmeye yasak yok ya. İstemiyorsan dinlemeyebilirsin deyip, devam etti.
-Akşam yemeğini unutmamamız lazım değil mi babalık? Hem nasıl unutabiliriz ki. Anayasamızın üçüncü maddesi gün de üç öğün yemek yememizi emrediyor.
Sana güzel bir akşam yemeği hazırlamaya çalışırdım. Son bir defa daha değil mi? Son bir defa daha seninle baş başa akşam yemeği ne kadar güzel olur kim bilir. Yiyecek çantamızda ne var, ne yoksa hepsini fora ederdim. Karşılıklı yemeğimizi yerdik babalık. Birbirimize sahte gülücükler yollardık. İçimiz yanıp, kavrulurken mutlu görünmeye çalışırdık. Seni bilmiyorum ama her halde benim içimden konuşmak gelmezdi.
Tarifsiz bir hüzünle bir parça daha buruşup, kararmış minik yüzünü çevirip bir an gözlerimin derinliklerine baktı. Ruhumun en ulaşılamayacak yerlerinde pervasızca dolaşan o güzelim gözlerinden fışkıran bakışlarında ümitsizlik ve çaresizlik vardı. Bütün duyguları gözlerinde yoğunlaşmıştı. Bir an durduktan sonra devam etti.
-Bir insanın ümüğü sıkılıp dururken, nasıl konuşabilir değil mi?
Ne diyebilirdim ki. Başımı sallayarak onu tasdik ettim. O insafsızca devam etti. Kendinden geçip gitmiş gibiydi.
-Artık gece olmuştur babalık. Beraber Küçük Göl’de, o cennet parçasında geçireceğimiz son gecemiz. Küçük Göl’ü ve orada geçirdiğimiz günleri bir daha unutamayacağım kesin. Biliyorum, sen de unutmayacaksın, unutamayacaksın.
Son bir defa daha, doğanın sunduğu harikaları göremeden otururduk babalık. Doğanın nefes alış verişlerini, nabız sesini, bin bir kokuyla dopdolu rüzgârın dallarla oynaşışını, gece kuşlarının seslerini, çavlanın sesini duyamadan… Nasıl duyabiliriz değil mi babalık? İçimizde bir şeyler yanıp, kavururken; her saniye, her dakika daha da güçlenip, harlanırken...
Küçük arkadaşım gerçekten içi yanıyormuş gibi bir an durup, derin bir iç geçirdi. Acı dolu gözlerle baktım. Ne diyebilirdim ki? Söylediklerinde haklıydı. Muhakkak ki son günümüz, anlatmaya çalıştığı gibi geçecekti. Son bir defa daha Musa emmilere gidecektim. Onlarla vedalaşıp, helâllik dileyecektim. Dediği gibi son gecemizi onunla baş başa geçirmek isteyecektim. Söylediği gibi birbirimize sahte gülücükler gönderecek, ne kadar mutlu olduğumuzu göstermeye çalışacaktık. Riya dolu; içimizdeki yangının şiddetini duya, duya göndermeye çalışacağımız sahte gülücükler... Ne kadar acıydı.
Küçük arkadaşım devam etti:
-Son gecemizde uyumak istemezdim babalık. Gerçekten istemezdim. İçtenlikle söylüyorum, son gecemizin bir saniyesini bile uykuyla heba etmek istemezdim. Her saniyesini, her anını doya doya yaşamak isterdim. İçimdeki yangınla beraber, uykuyla da boğuşup durmak zorunda kalacaktım babalık. Uykuya ne kadar düşkün olduğumu, cazibesine ne kadar çabuk kapılıverdiğimi, ne kadar aptal bir uykucu olduğumu biliyorsun.
Bütün gayretime rağmen uyur kalırdım herhalde değil mi babalık? Sen de beni kucaklar, son bir defa daha salıncağıma yatırırdın. Beni öper miydin? Hani beni yatırıp, iyi geceler diledikten sonra yaptığın gibi? Gerçi o bir öpücük bile sayılmazdı ya. Dudakların şöyle bir yanaklarıma değer gibi olurdu. Bak, şimdiden tembihliyorum. Beni öpmeyi unutma. Mümkünse dudaklarını bir parça daha yaklaştır. Uykuda da olsam dudaklarının yumuşaklığını ve sıcaklığını duymak istiyorum. Sonra… Hemen çekme, yanaklarımda biraz daha uzun basılı dursun dudakların. Tıpkı bir çiçeği koklar gibi... Anlıyor musun? Tıpkı bir çiçeği koklar gibi... Uzun, uzun..
Beni yatırdıktan sonra, sabaha kadar gezinip duracaksın. Bunu adım gibi biliyorum. Gözünü bile kırpmayacaksın. Son günlerde yaptığın gibi salıncağımın yanına gelip, dakikalarca beni seyredeceksin. O anlar da gözlerinin nasıl parladığını, içlerinde nelerin tutuştuğunu biliyor musun babalık? O yumuşacık pırlantaların nasıl ışıdıklarını? Nasıl sıcacık, yumuşacık bir sevgiyle dolup taştıklarını ve beni sardıklarını? Beni görünce nasıl parladıklarını, canlandıklarını biliyor musun babalık?
Beni şimdiye kadar hiç kimse böyle severek, böyle candan, böyle sıcacık bakmadı babalık. Bakışlarını, yumuşacık sesini, huzur veren sakinliğini nasıl arayacağım, seni nasıl arayacağım bilemezsin.
Benim için ne kadar büyük fedakârlıklar yaptığını, ne kadar büyük özverilerde bulunduğunu biliyorum. Benim için ölümü göze aldın. Bunu yapacaktın. Benim için seve, seve canını verecektin.
Sadece beni değil, her şeyi ama her şeyi sevdiğini biliyorum. İçin sıcacık bir sevgiyle dopdolu… Küçücük gönlüne dünyaları değil, evrenleri sığdıran yaşlı arkadaşımı hiç bir zaman unutmayacağım babalık. Seni hiç bir zaman unutmayacağım. Seni hep özleyip duracağım, seni hep arayıp duracağım. Ne yaparsam yapayım, nerede bulunursam bulunayım her zaman hayatımda bir şeylerim eksik olacak.
Küçük arkadaşım ağlamaya başlamıştı.
-Ufaklık! Lütfen.. Lütfen diye yalvardım. Lütfen, rica ediyorum. Kes artık. Beni de ağlatacaksın.
Yavrularını korumaya hazırlanan dişi bir kaplan gibi silkindi. Kesin bir kararlılıkla:
-Hayır, kesmeyeceğim, diye bağırdı. Boşuna çeneni yorma. Bu gün bu işi neticelendirmeye kararlıyım. İstemiyorsan, üzülüyorsan dinlemeye mecbur değilsin. Başını kuma gömmeyi tercih ediyorsan öyle yap. Fakat rica ediyorum, engel olmaya çalışma.
İnsafsızca devam etti.
-Evet! Nerede kalmıştık babalık. Ha! Evet hatırladım. Salıncağımın başında dakikalarca kaldığını, bana nasıl bakıp, durduğundan bahsediyorduk. O anlar da neler düşünüyordun babalık? Hep merak etmişimdir. Beni sevdiğini mi? Bir gün ayrılmak zorunda kalacağımız o meşum günü mü? Yoksa her ikisini birden mi?
-........
-Cevap vermiyorsun ha! Peki cevap verme. Paşa keyfin bilir. Yanıt vermesen bile bunun, şimdi konuşmak istemediğin konu olduğunu biliyorum. Ayrılışımızın kaçınılmaz olduğunu biliyorum. Bunu en az benim kadar sen de biliyorsun. O halde? Başını kuma gömerek neyi hallettiğini sanıyorsun?
-.........
-Peki! O zaman ben devam ediyorum babalık. Her gecenin sonunda sabah olur değil mi babalık? İstemesek bile sabah olacaktır. Zamanı durdurabilmek mümkün mü? Son bir defa daha beni uyandırırdın. Son bir defa daha beni kucaklardın. Son bir defa daha başımı göğsüne yaslar, kalp atışlarını dinlerdim. Kalp atışlarını dinlememin bana nasıl bir mutluluk verdiğini söylemiş miydim babalık? Orayı ne kadar çok sevdiğimi? Kollarında nasıl kendimi emniyette hissettiğimi? Yanında nasıl huzur bulduğumu?
Beraberce son bir defa daha küçük çavlanın yanına giderdik. Sen aptes alırken ellerimi, yüzümü yıkardım. Namazını kılarken de dünyanın en güzel kahvaltısını hazırlamaya çalışırdım. Son kahvaltımız mümkün olduğu kadar güzel olmalı değil mi? Karşılıklı içtiğimiz çayın tadını ömrümüz boyunca unutmamalıyız değil mi? Çay yerine mutluluğu yudum, yudum içtiğimiz o güzel günlerin anısını unutmazsın değil mi babalık?
Yine o sahte gülücüklerden gönderirdik birbirimize. Acıyla kahrolup dururken, ne kadar mutlu olduğumuzu göstermeye çalışırdık. Bu, iki yüzlülük olmayacak mı babalık? Bir insan mutsuzken, mutluymuş gibi kendini gösterebilir mi babalık? Bir insan mutluluğun o sıcacık güneşinin gözlerinde parlamasını nasıl temin edebilir? İnsan, gözlerini hükmedebilir mi babalık? Gözlerine yalan söylemesini öğretebilir mi?
Kahvaltımızı yaparken, güneşin doğuşunu son bir defa daha görmek isterdik. Solumuzdaki tepenin ardında önce küçük bir meşale yanardı. Sonra kan rengi bir gül tomurcuğu açardı yavaş, yavaş. Pek çok defa seyrettiğimiz gibi harika bir manzarayla güneş doğardı. Tepelerin ardından değil de, sanki içimizde doğar gibi olurdu değil mi babalık? İçimiz hazla, mutlulukla ürperir, yaşam sevgisiyle dolar taşardı. O anlarda adeta kendinden geçtiğini, bambaşka dünyalara uçup gittiğini fark ederdim. Bu dünyadan ayrılır giderdin. O gizemli, harikulade dünyalarından birine beni niye götürmedin babalık? O güzellikleri sadece kendine ayıracak kadar bencil misin yoksa? Senden ayrıldıktan sonra; o gizemli, harikulade dünyalara götürebilecek bir başka kişiyi nereden bulacağım?
Kahvaltımızı mümkün olduğu kadar yavaş yapardık değil mi? Ne kadar yavaş yaparsak; o meşum an, o kadar geç gelecektir değil mi?
Çaylarımız bardaklarında soğur kalırdı kuşkusuz. Bir kaç kere yenilemek zorunda kalırdım. Sonra? Her şeye rağmen, son kahvaltımızda bitecektir değil mi? Yavaş, yavaş çadırımızı söker, öteberiyi toparlardık. Nihayet onlarda biterdi. Sonra... Sonra ne olacak söyler misin babalık?
-.......
-Belki de meseleyi kısa yoldan, hemen orada çözmek isterdin. İşi sürünceme de bırakmak istemezdin. Hemen vakit kaybetmeden, o anda değil mi babalık? Sırt torbanı sırtına takıp, bana yaklaşırsın. O yumuşacık, sevgi dolu gözlerinle son bir defa daha bakarsın gözlerime. Yanaklarımı öper, ellerimi sıkar, bana mutluluklar dilersin değil mi?
Fakat senden rica edeceğim. Benden ayrıldıktan sonra hemen uzaklaş oradan, bir daha da arkana dönüp bakma sakın. Hemen; bir an önce, ağaçların arasından kaybolup git. Ne olur, bir daha bana görüneyim deme? Eğer geriye dönüp bakarsan, bir kere daha bana görünürsen sana doğru uçarcasına koşarak, bir daha kopmamacasına boynuna atılmaktan korkuyorum. Senden… Senden bir daha kopamamaktan korkuyorum babalık. Halbuki ayrılmak zorundayız değil mi?
Bir an durdu. Sanki o ayrılık anını yaşarmış gibiydi. Gözbebekleri derin bir acının aleviyle tutuşmuş, titriyordu. Her şeye rağmen o derin, sonsuz bakışlı enfes gözlerini gözlerime dikerek devam etti. Sevgisini açıkça bakışlarında, yüzünde görebiliyor, yüreğimin derinliklerinde hissediyordum. Son derece içtendi. İçten olduğu içinde; güçlü, yüce ve sonsuzdu.
-Seni artık çok yakından tanıyorum babalık dedi. Düşünüyorum da bu senaryo senin özyapına, karakterine hiç uygun değil. Biliyorum, senin gibi bir adam bir genç kızı dağ başlarında yalnız bırakıp, çekip gitmez. O hâlde şehre beraber gideceğiz demektir değil mi? O zaman filmi biraz geriye sarmamız gerekecek. Bir gün önceye, Musa emmilere bir anlık tekrar geri dönelim. Ayrılmadan önce, Musa emmiden ertesi sabah bizi şehre götürmesini rica ederdin. O da muhakkak kabul edecektir. Belki de şehre kadar yürümeyi tercih ederiz? Tabi, niye olmasın? Böylece ayrılışımız bir gün daha ertelenmiş olur.
Öyle veya böyle; ne kadar geciktirmek istersek isteyelim, nihayet sonuçta şehre varacağız değil mi? Peki o zaman ne olacak?
-........
-Galiba yine tahminde bulunmak bana düşüyor değil mi babalık? Sen hâlâ konuşmak istemiyorsun. Niye, babalık niye? Söyler misin? Çok mu üzülüyorsun? Benim üzülmediğimi mi sanıyorsun? Ayrılıktan bahsederken ne kadar zevk aldığımı mı? Öyle düşünüyorsan çok yanılıyorsun babalık. Hem de çok. Ben de… Ben de senin kadar üzülüp, kahroluyorum. Fakat bu işi çözmek zorundayız, anlıyor musun? Hem de hiç vakit kaybetmeden çözmek zorundayız.
-......
-Peki! Konuşmama inatçılığına devam et bakalım. Bazen katır gibi inatçı, direngen, çekilmez bir ihtiyar olduğunun farkında mısın?
-………..
-Peki, peki! Susmaya devam et. Ben de kendi kendime düşünmeye devam ederim. Öyle ya da böyle şehre vardığımızı söylemiştik değil mi? Hemen bir yol ayrımına geldiğimizi ayrımsıyorum babalık. Evet, iki ihtimalli bir yol ayırımına. Önce birinci olasılığı düşünelim bakalım.
Ayrılışımızı hemen orada, şehirde gerçekleştirebiliriz değil mi? Tabi, niye olmasın? Bir kaç saat daha beraber olabilmek için, günün en son arabasından halamın bulunduğu büyük şehre bir bilet satın alırdın. Yolda rahat etmem için her şeyi düşünmeye çalışırdın. Aradaki bir kaç saati şehirde gezerek geçirirdik.
Hani hatırlıyor musun? Şehre geldiğimiz gün küçük, güzel bir çay bahçesinde kahvaltı yapmıştık. Orayı çok sevmiştim. Beni son bir defa olarak oraya götürürsün değil mi? Biliyorum götürürsün. Çünkü sen her isteğimi yerine getirmek istersin değil mi? Mutlu olmamı istersin.
Bir anne yavrusunun üzerine, senin üzerime düştüğün kadar düşmemiş, üzerime titrediğin kadar titreyip durmamıştır. Niye bana karşı bu kadar iyisin babalık? Benim gibi çirkin, üstelik eroin tutkunu bir kızda sevecek nasıl bir şey bulmuş olabilirsin? Neden? Neden beni böylesine seviyorsun babalık? Neden diğer insanlar gibi, bir tekme de sen vurmadın? Beni sevginle boğduğunun, öldürdüğünün farkında değil misin babalık?
Ona sevgiyle dönüp bakarak:
-Kendine iftira etme dedim. Hiç de çirkin bir kız değilsin.
Yüzü içten bir gülüşle aydınlanıverdi.
-Ooo! Nihayet konuştun dedi. Bu da dinlediğini gösteriyor. Çok iyi. Nihayet ilgini çekebildim demek. Evet, nerede kalmıştık. Evet, beni şehre getirmiş ve biletimi almıştın. Arabanın hareket saatine kadar sağ da, sol da gezer dolaşır, birbirimize bakmamaya çalışırdık. Baksak bile birbirimize o sahte gülücüklerden gönderirdik. Son dakikaya, son saniyeye kadar değil mi babalık? Artık araba hareket etmek üzeredir, hatta hareket etmiştir bile... Son saniye de arabaya bindirirdin. Fakat muhakkak ki kalbim yanında kalırdı. Arabaya binmek istemezdi. Senden ayrılmak istemezdi. Ne yaparsam yapayım kalbimi arabaya bindiremezdim. Kalbimi senden ayıramazdım babalık.
Koltuğuma oturmadan el sallamaya başlardım. Sen de bana el sallardın. Seni göremez oluncaya kadar el sallar dururdum.. Seni son bir defa daha görebilmek için başımı uzatmaya çalışırdım. Sonra… Çok ama çok ağlardım babalık. Senden ayrılmak çok ağır gelecek çünkü... Sen de ağlar mısın babalık? Tabi ki ağlarsın değil mi? Seni kaç defa ağlarken gördüm. Pek çok kere ağlamana ben neden oldum, biliyorum. Yüreğin çok yufkadır biliyorum. Beni seversin değil mi babalık? Ayrılık bana nasıl zor geliyorsa, sana da zor gelir değil mi babalık?
-......
-Niye susuyorsun, niye cevap vermiyorsun, söyler misin lütfen?
-....
-Dedim ya artık seni çok iyi tanıyorum babalık. Beni böyle uzun bir otobüs yolculuğuna yalnız göndermek istemeyeceksin. Biliyorum, istemeyeceksin babalık. Sen çok iyi bir insansın, en azından beni çok değer veriyorsun değil mi? Yoksa yanılıyor muyum?
-....
-Hayır, hayır! Yanılmıyorum. Seni babamdan daha iyi tanıdığıma yemin edebilirim. Beni emin ellerde görmedikçe rahat etmeyeceksin, biliyorum. Beni yalnız olarak göndermeyeceğini biliyorum babalık. Gönderseydin merak ve endişeden kahrolur, ölür giderdin. Böyle bir merak ve endişenin cenderesine düşmektense, bin kere bu seyahatin olası zorluklarını tercih ederdin. Beni böyle uzun bir yolculuğa yalnız olarak göndermen mümkün değil. Yani, senaryonun bu kısmını değiştirmemiz gerekecek değil mi? O zaman şehirden beraber ayrılacağız demektir. Bunu öyle seviniyorum ki. Seninle en azından iki gün daha beraber olabileceğiz demektir.
Otobüsten korkarsın bilirim. Ayrıca eşine de söz vermiştin. En yakın trene binebileceğimiz yere kadar otobüsle gideriz değil mi? Seninle aynı otobüste, aynı trende seyahat etmek, ah ne kadar güzel olacaktır.
Seyahat boyunca uyumak istemem. Ama biliyorsun işte, uykusuzluğa bir türlü dayanamıyorum. Bu benim bir başka zayıflığım. Göz kapaklarıma binlerce tonluk bir yük binecektir. Uyumamaya ne kadar çalışırsam çalışayım, yine uyuyup kalacağım değil mi babalık? Gelirken yaptığımız gibi, yine dizlerinin üzerine başımı koyar, bir güzel uyku çekerim. Bana karşı öyle fedakârsın ki ayakların ağrır, uyuşur da yine sesini çıkarmazsın. Otobüsümüz nihayet mola yerine gelir. Yavaşça başımı avuçlarının arasına alır, oturduğun koltuğa koyarsın değil mi?
Şaşkınlıkla yüzüne bakıp, sordum.
-Haberin oldu öyle mi?
-Lütfen beni artık bir çocuk yerine koymaktan vazgeçer misin? Diye azarladıktan sonra devam etti.
-Elbette haberim oldu. Diğerlerinin de, çoğundan haberim var. Unutma! Belki bilmiyor olabilirsin ama ben bir kadınım. Kadınlarınsa kendilerine yönelik en küçük sevgi esintilerini haber veren özel duyargaları, antenleri vardır. Başımı tutarken avuçlarının nasıl sevgiyle titrediğini fark etmedim mi zannediyorsun? Bir anne evlâdının başını ancak bu kadar şefkatle, ancak bu kadar itinayla tutabilir. Yoksa sen bir zamanlar bir kadın, bir annemiydin babalık?
Yüzünü bana doğru çevirip, sevgiyle dopdolu, yumuşacık gözleriyle baktı.
-Pek çok şeyi gizlediğini, ya da üstünkörü geçtiğini biliyorum. Benim için hayatını tehlikeye attığını da biliyorum.
Sesimi çıkarmamayı tercih ettim.
-Bunları sonra, zaman bulursak konuşuruz dedi. Şimdi konuyu dağıtmadan devam edelim. Nerede kalmıştık? Evet, beraberce otobüste gidiyorduk. Nihayet sabahleyin erkenden trene bineceğimiz o büyük şehre gelirdik değil mi? Tabi ki, biraz daha beraber olabilmek için, o günün en son trenine bilet alırdın. Fakat geçen sefer ki hatayı yapmayacağım babalık. Senden bir saniye dahi ayrı kalmak istemiyorum. Hatırlıyorsun değil mi? Ben vitrinleri seyretmek istemiştim. Sen de camileri ve türbeleri ziyaret etmek istemiştin de bu yüzden ayrılmıştık.
Biliyorum, istersem hiç hoşuna gitmediği halde hatırım için dükkân, dükkân gezmeyi kabul ederdin. Fakat hayır. Her seferinde özveriyi sen yapıyorsun, bu kere fedakârlık yapma sırası ben de. İzin ver de bu kadarcık bir özveriyi senin için yapayım.
Gezer dolaşırdık. Birbirimize yine o sahte gülücükleri gönderirdik. Sonra… Nihayet trenin hareket saati gelirdi değil mi? Zalim tren son hızla karanlığı deler, giderdi. Artık birlikte geçirebileceğimiz son gece olduğunun farkındayızdır. İçimizdeki ayrılık ateşi bir parça daha harlamıştır değil mi babalık?
Fakat… Ah o kör olası uyku peşimi bir türlü bırakmaz ki. Yine büyük olasılıkla uyur kalırdım. Gelirken yaptığın gibi koltuklardan birine yatırır, üstüme de bir baba şefkatiyle örterdin. Sabaha kadar uyumayacağını biliyorum. İki de bir yanıma gelip, açılıp açılmadığımı kontrol ederdin.
O gece, tren bizi son hızla ayrılacağımız yere götürürken neler düşünürdün babalık? İçinin kavrulup duracağını biliyorum. Fakat başka çaremiz de yok değil mi? Ayrılmamız, bir kader olarak alnımıza yazılmış değil mi? Ne yaparsak yapalım yazgımıza karşı gelemeyiz değil mi?
Nihayet, beni bulduğun o büyük şehre geliriz. Bir taksiye bindirip halama göndereceğini söyleyeceğim ama bunu yapmayacağını biliyorum. Beni emin ellere teslim etmeden, bunu görmeden için rahat etmeyecektir.
Bir taksi kiralardın, beraberce halamın evine giderdik. Halamın evine kadar gelmişken onunla tanışsan? Evet, evet! Halamla tanışman gerek. İçinin yeterince rahat etmesi için de gerekli bu. Halamı evde bulur muyuz acaba? Biliyorsun, sana anlatmıştım, halam bezik partilerini pek sever. Belki de onu evde yakalarız ha ne dersin?
Halamın evine geldiğimizde taksinin ücretini öder, gönderirdin. Ben de halamın zilini çalıp, beklerdim. Halam beni görünce önce şaşırır, sonra da paylamaya hazırlanır ama seni görünce birden değişiverir. Biliyor musun? Halam çok kibar bir kadındır. Yabancılar olduğunda kullandığı özel maskeleri vardır. Dedim ya; seni görünce yüzüne, en müşfik, en anlayışlı, en kibar maskelerinden birini hemen takıverecektir. Çok duygulu, benim için endişeden ölüp, bitmiş bir hala gibi boynuma sarılacak, hatta bir parçada ağlayacaktır. Muhakkak ki bir çay ikram etmeden seni bırakmak istemeyecektir. Onun bu kibar davetini kabul ederdin değil mi? Ne de olsa bir kaç dakika daha bir arada olabileceğiz. Sonra, babalık sonra? Artık ayrılık vakti gelmiştir değil mi? Uykularımızı kaçıran, içimizi yakıp kavuran o meşum an gelmiştir. Artık kıpırdayacak yerimiz kalmamıştır değil mi babalık? Cellat baltasını indirmek üzeredir babalık... Son bir defa acıyla dopdolu yüzüme bakarsın, ağlamamak için yutkunur dururdun. Fakat ayrılmak zorundasın. Beni; küçük arkadaşını, ufaklığını bırakmak zorundasın değil mi? Bir nehir gibi; ta uzaklarda, çok uzaklarda seni bekleyenlere doğru, sevdiklerine doğru akıp, gitmek zorundasın değil mi?
Ayrılığın acısıyla, sevdiklerine kavuşacağının sevinci bir aradadır. İçinde bir kasırga esip, duracaktır değil mi babalık?
Son bir defa beni öper miydin? Şöyle adam gibi bir öpücük. Senden çok şey mi isterdim? Beni öptükten sonra ellerimi sıkardın değil mi? Mutluluklar dilerdin; sık, sık arayacağını vaat ederdin... Sonra... Sonra arkana dönüp, çıkar giderdin değil mi babalık? Oradan bir taksi çevirirdin, son bir defa daha bakar, el sallardın değil mi?
Seni gözden kaybedinceye kadar ellerimi sallardım babalık. Yanında benden bir parça alır, götürürdün babalık. Arkandan deliler gibi ağlardım babalık. Seni çok, çok özlerdim babalık…..
Küçük arkadaşım derin bir iç çekti. Ayrılık anını şimdiden yaşıyor gibiydi. Onun harlı ateşini derinlerinde duyuyordu. Bir zaman sonra duyduğu ıstırabın aleviyle nemlenmiş o güzelim gözlerini gözlerime dikerek devam etti.
-Sonra ne olur? Tabi ki bunu nereden bileceksin? O zaman ben söyleyeyim. Yanımızdan ayrılınca halam yüzündeki kibarlık maskesini çıkarıp atacaktır. Gözlerinde bir şüphenin ateşi parlayarak, yabancı bir erkekle ne yaptığımı, üç aydan beri nerelerde sürtüp durduğumu soracaktır. Fakat merak etme, bu sorgulama uzun sürmez. Halam o pek sevdiği bezik partilerinden birine geç kalmak üzeredir. Kapıyı üzerime kapatmadan önce; dolapta bir şeyler olduğunu, acıkırsam ısıtıp, yiyebileceğimi söyleyecek kadar da beni düşünür, aç kalmamı istemez. Sonra ne yapardım? Herhalde önce bir banyo alırdım. Buralarda doğru dürüst yıkanmaya fırsatım olmadı. Banyodan sonra vücudum iyice gevşemiş olur, sonra yol yorgunluğu da var. Hemen odama çıkar, yatağıma girerdim.
Bir insan hiç ara vermeden kaç saat uyuyabilir dersin babalık? On saat, on beş saat? Ne kadar çok uyursam uyuyayım, uykuyu ne kadar çok seversem seveyim; nihayet uyanıp, yataktan çıkmak zorundayım değil mi?
Bu arada eniştem de gelmiştir. Şüphesiz halam dönüşümü müjdelemiştir. Eniştem uzun nutuklarından birini atma fırsatını kaçırmak istemeyecek, yanlarına gelmemi bekleyecektir. Sıkıntıdan patlayarak, nutuklardan birini dinlemeye başlarım. Nihayet eniştem evden çıkıp, gider. Lokaldeki arkadaşlarını bekletmek istemez çünkü. Lokaldeki arkadaşlarına çok kıymet verir. Onların bir dakika bile beklemelerine izin vermez. Eniştemin arkasından halam da gidince evde yapayalnız kalırım babalık. Anlıyor musun babalık? Yapayalnız!
İlgiyle yüzüme bakarak devam etti.
-Sen akıllı adamsın... Ne yapma mı önerirdin? Yalnızlığımdan nasıl kurtulmam gerekir? Bomboş hayatımı neyle doldurmamı tavsiye ederdin?
Bu sorusunun cevabını almak için bin bir mânâ dolu gözlerini, gözlerime dikti. Bu konuda hiç bir fikrim yoktu. Ona ne söyleyebilirdim? Hayatını kendisi doldurmak zorundaydı. Bu konuda ona yardım edemezdim. Bu yüzden sustum.
-Susuyorsun değil mi? O zaman tahmin etmeye çalışalım. Evde yapayalnız kalmış, çocukluktan genç kızlığa geçişini başarıyla yapamamış, insanlarla düzgün ilişki kurmayı becerememiş; çocuk, genç karışımı acayip bir yaratık hayatını nasıl doldurabilir dersin?
En azından hava almak için parka gidebilirim değil mi? Belki de vitrinleri seyreder, bir parça da gezerdim. Tabi ya! En güzel giysimi gelirken bir kıza vermiştim unuttun mu? Şöyle, giyeceğim ağzı yüzü düzgün bir giysim olmayacaktır. Kendime bir kaç güzel giysi alsam? Evet, evet.. İlk yapacağım şey bu olmalı değil mi?
Parkta hava alırken, ya da dükkânları gezerken eski bir arkadaşa rastlayabilirim. Belki de Zehra’yı...Zehra’yı hatırlıyorsun değil mi? Hani sana anlatmıştım. Belki de onunla arkadaş olmamı uygun görmezsin. Sonra…
Birden sustu. Sonra… Bu kelime korkunç bir olayı, ya da kimseyi çağrıştırmış gibi, bir korkunun girdabına düşüverdi. Yüzüne baktım. Küçük vücudundaki bir damla kanda çekilmiş, zaten soluk olan yüzü daha da solmuş, bütün vücuduna buz gibi bir ter basmış, titriyordu. Delice bir korkunun o soğuk ışığı gelip, bir çivi gibi gözbebeklerine saplanmıştı.
Kendinden geçmişçesine sağına, soluna bakındı, bir şeyler arandı. Engel olamadığı bu korkunun paniğiyle vücudu tir, tir titriyordu. Bu küçük kızı kendinden geçirircesine, böylesine korkutan, panikleten ne olabilirdi? Benden gizlediği, bilmediğim, hayatında oluşmuş korkunç olaylar ya da hayatına girmiş korkunç kişiler mi vardı?
Bir ara göz göze geldik. Sevgiyle bakan gözlerim, bu korku fırtınasından çıkmasına yardım etti. Bakışlarıma tutundu. Güçlükle de olsa kendini toparlamayı başarabildi. Başını yere eğerek bir müddet sessiz kaldı. Korkuyla karışık bir acının ışıladığı gözlerini, gözlerime dikerek devam etti.
-Arkadaşlarım beni görünce sevinerek yanıma gelecekler:
“-Hey Simi, üç aydan beri gözükmüyorsun. Nerelerdeydin ?” Diye soracaklardır. Ben de onlara göğsümü gere gere artık eroini bıraktığımı söylerdim. Onlar şaşkın, inanmaz gözlerle bakacaklardır. Eroinden kim kurtulabilmiş ki? Eroin insanın içine bir girdimi asla çıkmaz. Eroin bir şeytandır. Eroinden kurtulduğuma asla inanmayacaklardır.
Yüzüme bakarak devam etti.
-Ne dersin babalık? Gerçekten eroinden kurtuldum değil mi? O şeytanı yendim değil mi?
-Elbette kurtuldun dedim. O şeytanı öyle bir yeniş yendin ki; kuyruğunu, pılını pırtısını toplayarak kaçıp gitti. Artık yanına bir daha uğramaz.
-Ahh! Teşekkür ederim dedi. Bunu bilmeye öylesine gereksinmem vardı ki. Bu biliş benliğimi kalın bir güven duvarıyla çevirecektir.
Yolda rastladığım arkadaşlarım uçuşa gittiklerini, istersem gelebileceğimi söyleyeceklerdir. Fakat onlarla gitmem, onlarla arkadaşlık etmem doğru olmaz değil mi babalık? Pisliği bulaşmasa da kokusu bulaşabilir öyle değil mi?
-Evet dedim. Doğru olmaz. Onlardan mümkün olduğu kadar uzak durmalısın. Bizde güzel bir söz vardır. Ne Şeytan’ı gör, ne salâvât getir. Arkadaşlarını iyi kişilerden seçmelisin.
-Haklısın babalık! Yerden göğe kadar haklısın dedi. Fakat onlardan başka tanıdığım, bildiğim kimse yok ki. Yapayalnız olacağım. Hayatımı dolduracak hiç bir şey olmayacak. Arkadaşlarımla gidip, bir parça eğlenmemi çok görmezsin değil mi? Belki de bomboş hayatımı bir parça doldurabilirler değil mi?
Onlar uçuşa geçerlerse geçsinler. Biraz eğlenmem, hayatımı bir şeylerle doldurmam için uçuşa geçmem şart değil, değil mi? Yanlarında bulunur, biraz eğlenerek hayatımı doldurmaya, biraz renklendirmeye çalışırdım. Bunda ne tür bir kötülük olabilir değil mi?
Muhakkak ki arkadaşlarım uçuşa geçerlerken bana da teklif edeceklerdir. Bir kere denemenin ne zararı olacağını söyleyeceklerdir. Belki de en büyük rakamların birden başladığını yine unutacağım. Sonra… Ben eroini yenmiş bir kişiyim değil mi? Gerekirse eroini tekrar yenebilirim. Ne dersin babalık? Sen akıllı bir insansın…
Endişeyle yüzüne bakarak:
-Onlardan uzak dursan daha iyi edersin dedim. Eroine ise bir daha sakın bulaşma. Onun adını bile ağzına alma.
İsyan edermiş gibi bağırarak:
-Onlardan uzak durmak mı? Ama nasıl? Başka kimseyi tanımıyorum ki. Nereye gidebilirim? Ne yapabilirim?
-Bu Dünyada kötü insanlar kadar da iyi insanlar vardır, dedim. Pekâlâ onları arayıp, bulabilirsin. Gerçekten de bu Dünya sadece kötülerle dolu olsaydı; inan ki, yaşanmaya değmezdi.
-İyi insanların var olduğunu biliyorum. Muhakkak söylediklerin doğrudur. Fakat nasıl? Başıma gelenleri anlattım. Galiba insanları seçmesini beceremiyorum.
-Bu kere başaracağına eminim. Bir gün kendine uygun, sevebileceğin bir gençle de tanışabilirsin. Sevebileceğin bir delikanlı… Anlıyor musun? Tabi ki o da seni sevecek. Bir yuva kurup, mutlu olurdun.
-Eric gibi mi?
-Eric hakkındaki fikrimi biliyorsun.
-Evet dedi. Eric hakkında söylediklerinde yerden göğe haklıydın. O bencil, egoistin tekiydi. Zevkinden başka bir şey düşünmezdi. Bana, bir süs köpeğine verdiği değer kadar ancak değer veriyordu. Ya da oynanıp oynanıp, bıkınca bir kenara fırlatıp attığı güzel bir oyuncak kadar... Bunu şimdi çok daha iyi fark ediyorum.
-Fakat bütün yaşıtın delikanlılar Eric değil ki. İçlerinde pekâlâ; seni seven, senin de sevebileceğin delikanlılar çıkabilir.
Birden isyan ederek sesini yükseltti.
-Lütfen söyler misin bana? Bu halimle hangi erkek beğenir de benimle evlenmek ister? Yüz tane de kaç tane çıkar dersin? Bir, iki zevksiz sersemin çıktığını kabul etsek bile, bakalım ben onları beğenir miyim? Bir kalbimin ve kendime özel duygularımın olmadığını mı sanıyorsun?
Yüzüne baktım. Özgüvenini yitirmişti. Sırtında tonlarca yük varmış gibi ezgin, bitkin ve çaresiz başını eğdi. Onun bu hâli içimde bir şeylerin burulmasına neden oldu.
Ona olan sevgimle dolup taşarak:
-Hayır dedim. Yanılıyorsun. Sen öyle çirkin filan değilsin. Pekâlâ da güzel bir kızsın. Seni beğenen, senin de beğenip, sevebileceğin pek çok genç erkek çıkacaktır.
Ezginlik, bitkinlik ve çaresizliğine isyan karıştırarak bağırdı.
-Fakat, nasıl babalık nasıl? Kalabalık bir caddeye dikilip, hoşuma giden ilk delikanlıya benimle evlenmesi için yalvarmama mı öneriyorsun?
-Elbette öyle yapmanı istemiyorum. Bu çok onur kırıcı bir şey olur.
-Fakat nasıl yapacağımı, nasıl olacağını söyler misin? İnsan seçmesini bilemiyorum, beceremiyorum. Seçtiklerimi sen de biliyorsun. Duygularıma ne kadar kolay kapılıp, yanıldığımı sen de biliyorsun. Kolaylıkla aldanıp, yanılabilirim. Bir daha aynı acıları çekmek istemiyorum..
Ona yardım etmek istiyorsam, her şeyden önce özgüvenini kazanmasını temin etmek zorundaydım.
Yüzüne sevgiyle bakarak:
-Kendine iftira ediyorsun dedim. Sen gerçekten çok güzel ve akıllı bir kızsın.
Gözlerindeki ifadeye birde şaşkınlık eklenerek yüzüme bakakaldı.
-İftiramı ediyorum? Fakat nasıl olur? Aynı hatayı iki kere yapanla, aynı çukura iki defa düşenin aptal olduklarını sen söylemiştin. Aynı hatayı kaç kere yaptığımı sen de biliyorsun.
Bir an sustuk. Onun bu ruh hâlini bütün gücüyle içimde hissediyordum. Ona yardım edebilmek için can atıyordum ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Her şeyden önce zihnime bir çengel gibi takılı kalan bir sorunun cevabını bulmam gerekiyordu.
Yüzümü ona doğru çevirip:
-Sana bir şey soracağım dedim. Bu sorunun cevabını ben de çok düşündüm. Doğru yanıtı senin verebileceğini anladım.
Yüzüme baktı. Çok mutsuzdu, daha da kötüsü tüm ümidini yitirmiş gibiydi.
-İyi düşünerek cevap vermeye çalış dedim. Gerçekten eroini tekrar başlar mısın?
Ümitsizlikle başını salladı.
-Bilmiyorum babalık dedi. Bilmiyorum... Allah kahretsin. Bilemiyorum. Sadece korkuyorum, anlıyor musun? Sadece korkuyorum. Eroine tekrar alışmaktan korkuyorum. O bataklığa tekrar düşmekten korkuyorum. Eğer.. Eğer tekrar o şeytanın eline düşersem bu kez kurtulmam mümkün değil. Anlıyor musun? Aynı acıları bir kez daha dayanmam, bunu kabul etmem olası değil. Ne kadar acı çektiğimi gözlerinle gördün. Aynı acıları tekrar çekmektense ölmeyi güle oynaya tercih ederim. Aynı bataklığa tekrar düşersem, bu kez sen de bana yardım edemezsin. Hiç kimse yardım edemez.
Gözlerini gözlerime çevirdi. Sanki güneşte ışılayan buz gibi soğuk, burgu gibi delici çelik bir kılıç, bir burgaç gözbebeklerine saplanmış gibiydi. Küçük arkadaşım korkuyordu, hem de ölesiye korkuyordu. Birden gözlerinin derinleştiğini, ucu bucağı görünmeyen dipsiz uçurumlara dönüştüğünü gördüm. Özgüvensizliğin, mutsuzluğun, çaresizliğin uçurumu... Küçük arkadaşımda bu uçurumun kenarındaydı. Bu uçurumdan düşmek üzere olduğunu dehşetle fark ettim.
Kaderine boyun eğmişliğin getirdiği bir mazlumlukla başını eğerek, son bir umutla, son bir çırpınışla şunları söyledi.
-Babalık! Acıyarak yanına aldığın küçük kızın başına belâ olduğunu düşünüyorsun değil mi?
Artık daha fazla sabredemedim. Yana doğru atılarak küçük, ak güvercin ellerini yakalayıp, pembe avuçlarını öptüm, öptüm. Yüzümü bu küçük, pembe, mis kokulu avuçlara bastırdım. Ona olan sevgimle dolup taşarak, şunları söyledim.
-Başıma belâ olmak mı? Hayır…. Hayır… Binlerce defa hayır. Sen, hayatıma giren en güzel varlıksın.
Mahzun gözlerinde minicik bir ışık belirdi. Bir umut ışığı.
-Bu sözlerin bana olan sevginin itirafımı babalık? Diye sordu.
Kalbimdekileri ona akıtmak ister gibi, sevgiyle dolup taşarak:
-Deli kız! Elbette seni seviyorum. Görmüyor musun? Anlamıyor musun? Seni, senden daha çok düşünecek kadar seni seviyorum. Seni bir baba gibi seviyorum. Senin mutlu olmanı istiyorum. Seni mutlu görmek istiyorum dedim.
Şaşırarak yüzüme bakıp:
-Babam gibi mi seviyorsun? Beni babam gibi nasıl sevebilirsin? Sen benim babam değilsin ki dedi.
-Nasıl nitelersen öyle nitele dedim. Seni seviyorum, bu yüzden de mutlu olmanı istiyorum.
Bir an bir sessizlik oldu. Bütün benliğimi; aklımı, fikrimi, her şeyimi ona yardım edebilmeyi yönlendirmiştim. Oynak bir ışık, bir fikir kırıntısı minik bir fare gibi beynimin en ücra köşelerine kadar gidip geliyor, dört dönüyor, canımdan çok sevdiğim bu küçük kızın derdine bir umar arıyordu. Ve ilk bulduğum çareyi; sağına, soluna bakmaksızın, fazla düşünmeksizin hemen söyledim, bunu ona teklif ettim.
-İstersen benimle gelebilirsin dedim. Böylece ayrılmak zorunda da kalmayız.
Böyle bir teklif bekliyormuş gibi yüzüme minnetle bakarak:
-Biliyorum babalık dedi. Beni yanında götürürsün. Yanında bulunduğum müddetçe de öz evladın gibi sever, korur, gözetirsin. Bundan hiç şüphe etmiyorum. Fakat lütfen, söyle bana? Bu ne kadar devam edebilir? Bana ne kadar değer verirsen ver, beni ne kadar çok seversen sev, hayatında sığıntı gibi eğreti duracağım. Belki de mutlu bir ailenin içine girmiş uğursuz bir kara kedi olacağım. Ayrıca benimde bir anne ve babam var. Bir müddet sonra bir evlatlarının olduğunu hatırlayacaklardır. Şöyle ya da böyle bir müddet sonra da olsa kaçınılmaz olarak yine ayrılmak zorunda kalacağız.
-Biliyorum dedim. Sonsuza kadar yanımda kalmanı isterdim ama bunun mümkün olmadığını biliyorum. Fakat en azından bu süre içinde kendini toparlar, hayatını yön verecek planlarını yapar, hayat çizgini çizer, kendine bir yol bulabilirsin. Belki de iyi bir kısmetin çıkar.
Gözlerimin için sevgiyle dolu, dolu bakarak:
-Bunu iyiliğim için söylediğini, bunu iyiliğim için istediğini biliyorum dedi. Bütün bu söylediklerin çok güzel, çokta mantıklı. Sana minnettarım.
Fakat farkında mısın? Bütün bunların, bütün söylediklerinin, bütün teklif ettiklerinin hepsinde de bir belirsizlik var.
Lütfen anla beni. Bundan sonraki hayatımda belirsizlik istemiyorum. İğreti, sığıntı durumuna düşmek, bir sürede olsa öyle kalmak istemiyorum. Artık hayatımı sağlam temeller üzerine kurmak istiyorum. Hayatımı daha fazla heba etmek istemiyorum.
Bir an bir sessizlik oldu. Yüzünü bana doğru çevirdi. Göz bebeklerinin tam ortasında minik bir ışık belirdi. O minik ışık biraz daha canlandı, daha belirginleşti, daha büyüdü.
Zayıf, fakat kararlı bir sesle:
-Ben kararımı verdim dedi.
Bu sözleri ilgimi çektiği kadar da beni şaşırtmıştı. Elbette kendi hakkında, hayatı konusunda bir karara varmak onun en doğal hakkıydı. Fakat sesindeki söyleyiş, tarzındaki kararlılık beni şaşırtmış, afallatmıştı. Sanki onu böyle önemli bir kararı alamaz, onun buna hakkı ve yetkisi yok zannediyor gibiydim.
Önce; sık sık şikayet ettiği gibi; onu, hayatı konusunda bir karara varmaktan aciz küçük bir çocuk, küçük bir kız olarak gördüğümü, böyle değerlendirdiğimi zannederek ona karşı çok büyük bir haksızlık yaptığımı düşündüm. Bu beni son derece rahatsız etti. Hiçte uygun ve doğru olmayan, hayatını müdahale eden, karar verme mekanizmaları üzerinde güçlü etkilerimin varlığını hissetmem, ya da öyle zannetmem hiçte arzu ettiğim bir şey değildi. Çünkü bu küçük kızın ruhsal ve fikirsel özgürlüğü benim için çok önemliydi. Bu özgürlük sayesinde kişiliği gelişip, olgunlaşacak; doğru ve güzel kararlar alabilmesine, hayatını doğru, iyi ve güzel bir yönde yönlendirmesine yardımcı olacaktı. Onun böyle bir özgürlüğe ve olgunluğa ulaştığı konusunda güçlü şüphelerim var gibiydi. Fakat kesin kararlılıkla, inançlı bir içtenlikle söyledikleri; hiç beklemediğim, ummadığım bu sözler, bu konuda yanıldığımı, hem de çok yanıldığımı gösteriyordu. Sanki bu küçük kız birden büyüyüp olgunlaşmış, arzu ettiğim ruhsal ve fikirsel özgürlüğe kavuşmuştu. Beni şaşırtan gerçekte buydu. Ondaki bu muhteşem gelişimin hızlılığı idi beni şaşırtan ve afallatan.
Sanki iyi duyamamışım, ya da duyduklarımı inanmaz gibi, içim sevinç ve hayranlıkla dolu, dolu:
-Kararını mı verdin? Diye sordum.
-Evet dedi. Kararımı verdim, artık o bataklığa dönmeyeceğim. Ne seninle, ne de yalnız. O bataklığa tekrar dönmem olası değil.
-Peki! Ne yapmayı düşünüyorsun? Muhakkak bir şeyler düşünmüş, bir karara varmış olmalısın.
Başını yere eğerek cevap verdi.
-Elbette düşündüm dedi. Hem de tahmin edemeyeceğinden daha çok düşündüm. Nihayet… Galiba bir çıkış yolu buldum zannediyorum.
-Bunu bana da söylemenin sakıncası var mı?
-Elbette yok. Ayrıca.. Ayrıca yardım etmen de gerek, aksi halde başaramam. Bana yardım edersin değil mi?
-Elbette! Senin için elimden gelen her şeyi, her fedakârlığı yapacağımı biliyorsun.
Gözlerime minnetle bakarak:
-Biliyorum babalık dedi. Benim için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyorum.
-Hâlâ ne yapmayı düşündüğünü söylemedin dedim.
Bütün benliğiyle hülyalı bir dünyaya doğru gidiverdi. Sabit bir noktaya takılı kalan gözleri nice bir zaman sonra tekrar bana döndürdüğünde:
-Dedim ya, artık o bataklığa dönmeyeceğim dedi. Buradan ayrılmayacağım; buraya, bu cennet yerlere yerleşeceğim.
Her şey gelirdi ama küçük arkadaşımın buraya yerleşmeyi düşüneceği, buna karar vereceği aklıma gelmezdi. Bu yüzden bir parça daha şaşırarak:
-Buraya mı yerleşeceksin? Ama nasıl olur? Diye sordum.
Sesi yine zayıf, fakat kesindi. Gözleri bir yerlere doğru tekrar dalıp, gitti.
-Ömrümün kalanını bu güzel yerler de geçirmek istiyorum. Buralarda çok mutlu olacağımı inanıyorum. İçinde küçük bir ev olan bir mülk satın alabilirim.
-Fakat… Anlamıyorum. Burası dediğin gibi adeta Cennet’ten bir parça ama…. Ama bir genç kız için, hele yalnız bir genç kız için hiçte uygun bir yer değil. Burada; bu dağ başlarında, yapayalnız ne yapacaksın?
-Biliyorum dedi. Fakat bana yardım edersen bunu başarabilirim.
-Sana yardım edeceğimi söylemiştim. Fakat sana nasıl yardım edebileceğimi anlamış değilim. İstediğin mülkü arayıp, bulmamı mı istiyorsun?
-Tabi o da var. Fakat ondan önce … Bu daha önemli.
-Lütfen açık konuşur musun?
-Dediğim gibi bu konuda çok düşündüm babalık. Günlerce, farkına varmadın ama bu konuda kafa patlatıp durdum. Yani… Bu konudaki kararımı hemen şu anda, ayaküstü vermiş değilim. Çok düşündüm babalık, tahmin edemeyeceğin kadar çok düşündüm.
-Anladığım kadarıyla verdiğin karar çok önemli olmalı.
-Evet çok önemli. Adeta hayatım buna bağlı. Her şeyden önce bana yardım etmen gerek. Yani, bana yardım etmeyi kabullenmen gerek.
-Lütfen bilmece gibi konuşup durma. Benden ne istediğini, sana nasıl yardım edebileceğimi hâlâ söylemedin.
-Bu konudaki esin kaynağım Musa emmiyle ailesi oldu.
-Musa emmiyle ailesi mi? Yoksa Musa emminin yanında mı kalmayı düşünüyorsun?
Zoraki gülümsemeye çalışarak cevap verdi.
-Elbette hayır dedi. Nebahat yengenin akıbetine uğramak istemem doğrusu.
-Peki! O zaman plânladıklarınla Musa emmi ve ailesinin ne ilgisi var?
-Dedim ya, Musa emmi ve ailesi sadece bir esin kaynağı. Bunu nasıl anlatacağımı tam bilemiyorum.
-Denersen belki yardım edebilirim.
-Peki dedi. Anlatmaya çalışacağım. Musa emmi ve ailesini düşün.
-Düşünüyorum ama hâlâ ne demek istediğini anlamış değilim.
-Hacer ana Musa emminin resmi nikâhlı eşi. Diğerleriyse dini nikâhlı eşi. Yani bu durumun Hacer ananın veya diğerlerinin aleyhine bir şey olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Allah indinde verilen sözün, bir kâğıda atılan imzadan daha etkili, daha değerli olduğunu inanıyorlar. Ben de.. Ben de bunun böyle olduğunu inanıyorum. Yani; Hacer ananın resmi nikâhlı oluşu, ona diğerlerine göre her hangi bir ayrıcalık sağlamadığı gibi bu, diğerleri içinde bir onursuzluk kaynağı değil. Her iki tarafta tarak dişleri gibi aynı seviyedeler. Bu nedenle bir haksızlığa uğramadıklarından herhangi bir kıskançlığa neden olmuyor, gül gibi geçinip gidiyorlar.
-Evet, haklısın. Bu yörede dini nikâh, resmi nikâhtan daha değerlidir. Söylediğin gibi; inançlı insanlar için şahitler huzurunda, Allah indinde verilen bir söz, kâğıda atılan bin imzadan daha değerlidir.
-Biliyorum. Sonra bu yöreye özgü çok güzel bir gelenekte var. Bir kadın bir erkeğe nikâhlanınca, hiç kimse o kadına yan gözle dahi bakmıyor. Artık o kadının namusu, o yörede yaşayanların namusu kabul ediliyor. Bu yüzden erkekler gencecik karılarını bırakıp, gönül huzuruyla, gözleri arkada kalmadan gurbete çalışmaya gidebiliyorlar, aylarca dönmüyorlar.
-Evet doğru söylüyorsun.
Gözlerinde yumuşacık bir ışık belirdi. Bir parça ikircikliydi. İçten gelen güçlü bir sevgiyle birlikte bir yalvarışında ifade bulduğu bakışlarını yüzümde gezdirdikten sonra yavaşça yere indirirken, yüzü kızararak:
-Anlamıyor musun? Dedi. Eğer sen beni….
Şaşkınlıkla irkildim. İnanmaz gözlerle yüzüne bakıp:
-Yani..Yani seni nikâhım altına almamı mı istiyorsun? Diye bağırdım.
Utanarak başını eğdi.
-Evet dedi. Tabi bunun için seni zorlayamam.
-Fakat...Fakat bu nasıl olur? Diye kekeledim.
-Söyledim ya! Bunun için seni zorlayamam. Bunu sana söylememin ne kadar zor olduğunun farkında değil misin? Adeta genç kız gururumu ayaklar altına aldım. Bu teklifi senin yapmanı tercih ederdim.
Ak güvercine benzeyen küçük elini avuçlarıma aldım.
-Eşin, kocan olmak bana öylesine mutlu eder ki bilemezsin dedim. Senin çok, ama çok iyi bir eş olacağından eminim. Fakat… Fakat lütfen anla beni.
Yine derin bir ümitsizliğe düşüverdi. Sesi son derece zayıf ve çaresizdi.
-Bilmiyorum dedi. Hiç bir şey bilmediğim gibi, hiç bir şey şeyde anlamıyorum. Bildiğim tek bir şey var. O büyük şehre, o bataklığa tekrar dönemem. Oralara dönmek istemiyorum.
-Ama neden? Eroinden tamamen kurtuldun. Diğer normal insanlar gibi yaşayabilir, mutlu bir hayat sürebilirsin.
Söylediklerimi isyan eder gibi bağırdı. Adeta çileden çıkmış gibiydi.
-Anlamıyorsun. Bilmiyorsun. O bataklığa dönmem mümkün değil. Allah kahretmesin. Beni buralara niye getirdin? O zehirden kurtulmam için neden yardım ettin? Niçin bana Cenneti gösterdin? Niçin o tarifsiz acıları çektim söyler misin?
Beni buralara getirmeseydin, hayatıma girmeseydin şimdiye kadar bir kenarda, bir köpek yavrusu gibi ne güzel ölüp, gitmiş olacaktım. Ne seni, ne mutluluğu, ne de Cennet’i tanıyacaktım. Bütün acılarım dinecekti. Diğer milyarlarca insan gibi yaşamadan yaşamış görünecek, yok olup gidecektim. Bir hiçlikler ülkesinde; ne ümidim, ne de ümitsizliğim olacaktı. Beni niçin kurtardın sanki? İşkence etmek için mi? Bu yaptığının, boğulmakta olan bir kişiyi kurtarıp da, tekrar suya atmaktan ne farkı var?
Gözlerine yine o delice korkunun ışığı gelip, saplanıverdi. Anlamadığım, bilmediğim ne olabilirdi? Bu korku, sadece eroine tekrar alışma korkusu muydu? Yoksa ruhunun derinliklerinde bilmediğim başka yaralar daha mı vardı? Onu böylesine bir ümitsizliğin cehennemine iten sebep neydi?
Pembe avuçlarını sevgiyle tekrar öptükten sonra:
-Sana yardım edebilmek için öldüğümü biliyorsun, dedim. Fakat bu, bu nasıl olur? Senin yaşında çocuklarım var, çok sevdiğim bir eşim var, üstelik baban yaşındayım.
Büyük bir ümitsizlikle tekrar yüzüme bakarak:
-Kabul etmek zorunda değilsin dedi. Bunun içinde mazeret arayıp, bulman gerekmez.
-Fakat bu bir mazeret değil ki. Bu bir gerçek. Henüz on sekiz yaşındasın. Hayatının baharında bile değilsin. Önünde uzun bir hayat var.
Birden çileden çıkıverdi.
-Allah kahretmesin diye bağırdı. Çok sevdiğin, dünyalar güzeli bir eşin dolduğunu, iki çocuğunun bulunduğunu, babam yaşında olduğunu bilmiyor muyum sanıyorsun? Bunların hepsini biliyorum. Anladın mı? Hepsini biliyorum.
Babam yaşında olmandan; ömrünün az, benimkinin çok olduğunu kastediyorsan, bir kaç ay önce ölümün eşiğinde olan kimdi söyler misin? Bir kaç ay önce ölümden dönen on sekiz yaşında olan ben değil miydim? Benden daha önce ölüp gideceğini nereden biliyorsun? Benim senden uzun yaşayacağıma nereden biliyorsun? İstemiyorsan, istemiyorum de yeter, mazeret arayıp, durman gerekmez.
Pembe avucunu öpüp, yüzüme bastırdıktan sonra:
-Seni çok seviyorum bir tanem dedim. Seni mutlu görmek istiyorum. Seni devamlı gülüyor görmek istiyorum. Lütfen anla beni. Hayatını kendi ellerimle mahvetmemi isteme benden.
-Hayatımı kendi ellerinle mahvetmek mi? Ama neden söyler misin?
-Nikâhın gerçek manâsını bildiğini zannetmiyorum. Nikâhı iki şahitle yapılan basit bir sözleşme olarak görüyor olmalısın.
Yüzü bir kez daha kızararak, başını yere eğdi.
-Saçmalama lütfen dedi. Elbette nikâhın ne olduğunu biliyorum.
-Hayır dedim. Bilmiyorsun. Bunu bir oyun olarak algılıyor olmalısın. Nikâh bir oyun değildir güzelim. İnsanın bütün hayatını yön veren, çok ciddi bir olgular zinciridir. Benimle nikâhlanırsan, artık bana bağlı kalmak zorundasın. Kendini ihtiyar bir adamın hapishanesine hapsedeceksin. Anlıyor musun? Yüklenmekte zorluk çekeceğin bir yığın maddi, manevi sorumlulukların olacak.
Gözlerinde keskin; pırıl, pırıl bir ışık yandı. Kararlılıkla:
-Bana gelecek her türlü sorumlulukları yüklenmeye hazırım dedi. Eşlerinden biri olmaya hazırım. Sana karılık yapmaya hazırım. Ama sen bahsettiğin sorumlulukları kabul etmek zorunda değilsin elbette. Bunu da anlayışla karşılarım.
-Senin için her türlü özveriye hazır olduğumu biliyorsun dedim. Eğer seninle nikâhlanırsam, üzerime düşen görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışacağımdan emin ol. Fakat lütfen, anlamaya çalış. Duygularında yanılıyor olabilirsin. Nikâhtan sonra artık dönüş imkânı da kalmaz. Seni mutsuz görürsem buna dayanamam.
Hayretle yüzüme baktı. Gözleri sevgiyle dolup taşmış, kocaman bir ışık denizi olup çıkmıştı. Böylesine sevgiyle dolup taşan, böylesine iri, böylesine güzel gözler görmemiştim.
-Koca kafalı, ahmak adam diye bağırdı. Hâlâ anlamadın mı? Seni seviyorum, anlamıyor musun? Sensiz bir hayatta benden bana hiç bir şeyin kalmadığını görmüyor musun? Hayatımı dolu, dolu doldurduğunun farkında değil misin? Yanında kendimi güvende hissediyorum, yanında çok mutluyum. Kucakladığında benim için atan bir kalbin sesini duyuyorum. Kalp atışlarını duymak beni sevinç ve mutluluktan çıldırtıyor. Sevgi bu değilse, aşk bu değilse peki başka ne olabilir? Sensiz bir hayatı yaşamak istemediğimi anlamıyor musun?
Bana çok şeyler öğrettin. Bir bakıma hayatı, yaşamayı senden öğrendim. Senden nasıl kopacağımı, seni nasıl unutacağımı, hayatımdan seni nasıl çıkaracağımı da söyler misin lütfen?
Pembe avuçlarını tekrar öperek şunları söyledim.
-Henüz çok küçüksün bir tanem. Kolaylıkla duygularına kapıldığını ve kolaylıkla yanıldığını hatırla. Eric’i hatırla. Bir kaç ay önce onun için ölmeye hazırdın. Onun hakkında bir çift kötü söz söylediğimde nasıl tahammül edemeyip, yavrularını koruyan dişi bir kaplan gibi üzerime atıldığını hatırla. O zamanda; onu, Eric’i sevdiğini sanıyordun. Şimdiyse onun; egoist, bencil birisi olduğunu söylüyorsun. Benimle ilgili duygularında da yanılabilirsin.
-Haklısın dedi. Eric’i sevdiğimi sanmam hayatımda yaptığım en ahmakça şeydi.
-Niçin bu konuda bu kadar titiz davrandığımı anlıyorsun değil mi? Eric’le ilgili duygularında yanıldın, onu sevdiğini sandın. Yanlış olarak, onun yolunda ölmeye karar vermiştin değil mi? Eric’in ölümü muhtemelen seni bir felâketten korudu. Peki ya şimdi, benimle evlendikten sonra yanıldığını anlarsan?
Hayret ve şaşkınlıkla yüzüme bakarak:
-Yani, sana olan sevgimin içten olduğunu inanmıyor musun? Diye sordu.
-Samimi olduğunu inanıyorum elbette. Anlamıyor musun? Beraber bulunduğumuz şu iki ay içinde aramızda bir çok ilişki oldu, başımızdan pek çok olaylar geçti. Yâni… Sana yaptığım gerçekte önemsiz bir iki yardımı, ya da fedakârlığı gereğinden fazla büyütüyor, değerlendiriyor olabilirsin.
-Galiba anladım dedi. Şu minnet duyma hikâyesi. Bana yaptığın iyilikler, fedakârlıklar yüzünden sana minnet duyuyor, sana karşı kendimi borçlu hissediyorum zannediyorsun öyle mi? Bu yüzden de seni sevdiğimi zannediyorum değil mi?
Yâni… Sahte bir sevgi, kendini borçlu hissetmeden dolayı bir kendini fedâ ediş. Fakat anlayamadığın, göremediğin çok önemli bir şey var. Ben artık o küçük kız değilim.
-Bana karşı minnet duymaman, bu duygularla bana bağlanmaman için elimden geleni yapmaya çalıştım dedim. Bildiğin gibi olayların bir kısmını gizledim. Bana karşı kendini borçlu hissetmeni, bu nedenle bana bağlanmanı istemiyordum, anlıyor musun?
Beni gerçekten seviyorsan, bu beni sevinçten çıldırtabilir. Tanrı’nın o güzel ve özel duygusunu bana yöneltmen, beni mutluluktan deli edebilir. Fakat güzelim, anla beni.. Ya yanılıyorsan? Seni mutsuz görmektense ölmeyi tercih ederim.
Bir an sustuk. Çok, çok derinlere dalıp gitmişti. Nice sonra başını kaldırarak güzel gözlerini etrafta gezdirip, şu alakasız soruyu sordu.
-Babalık! Buraları ne kadar güzel yerler değil mi? Adeta bir Cennet parçası.
Bir rüya kadar güzel manzarayı hülyalı gözlerle bakarak:
-Evet, gerçekten öyle, tam yaşanacak yerler dedim.
-Buraya nasıl, hangi vasıtayla geldiğimizi hatırlıyor musun?
-Elbette hatırlıyorum. Önce trene, sonra da otobüse binmiştik.
-Peki! Bu cennet yerlerle bizi buraya getiren tren ve otobüsü aynı kefeye koyabilir miyiz? Bizi buraya getiren tren ya da otobüs, bu Cennet yerlerle aynı şey midir? Yani vasıta özle aynı mıdır? Özü severken, vasıtayı mı sevmiş oluruz?
Şaşırarak:
-Öyle şey olur mu? Dedim. Tren ve otobüs bizi buralara getiren sadece bir vasıtadır. Onları buralarla nasıl özdeşleştirebiliriz?
Gözlerini çevirip, gözlerime baktı. İçinde sıcacık bir sevgi ışıyordu. Allah’ım, öylesine güzeldi ki...Yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı.
-Anlamıyor musun? Yaptığın iyilikler ya da fedakârlıklar bizi buraya getiren tren ya da otobüs gibi bir vasıtadan başka bir şey değil. Onlar sayesinde seni, o güzel iç dünyanı tanıdım. Oradaki Cennete onlar vasıtasıyla ulaştım. Lütfen.. Lütfen anla beni.. Sana yalvarıyorum. Cenneti göstererek, Cehenneme razı olmamı isteme benden.
Koluma tutarak bütün gücüyle sıktı. Canım fena halde yandı. Küçük kızın pençelerine böylesine bir güç nereden gelmişti?
Güzel gözleri, gözlerime takılı kalmış gibiydi. Biraz daha yaklaştı. Gözbebeklerine nurlu pırıltılarla dolup taşan sevginin ışığı biraz nemlendi. İncecik sesiyle şunları fısıldadı.
-Anlamıyor musun? Vücudum gibi ruhumda kirlenmiş. Vücudum gibi ruhumda zehirlenmiş. Vücudumu temizlememe, zehrinden kurtulmama yardım ettin. Lütfen…. Sana yalvarıyorum. Sevgi pınarlarında yıkanmama izin ver. Bütün genç kızlık gururumu, her şeyimi ayaklarının altına bir kere daha seriyorum. Sensiz bir hayatı düşünemeyecek kadar seni seviyorum. Lütfen, ne olur? Vücudumu kurtarmamı yardım ettiğin gibi, ruhumu kurtarmama da yardım et.
Onu nasıl reddedebilir, ona nasıl hayır diyebilirdim? Ruhunu kurtarmak için yardım isteyen bu küçük kıza reddetmem, bütün inançlarımı, bütün hayat felsefemi reddetmekle aynı şey değil miydi? Onu reddetmem, bir bakıma kendimi reddetmem olmayacak mıydı?
Fakat ya güzel, fedakâr, anlayışlı eşim. Büyük bir sabır, büyük bir özveriyle bekleyip duran, o dünyalar güzeli iyi kalpli kadın... O ne olacaktı? Ona karşı tamir edilemez, mazur gösterilemez, büyük bir haksızlık yapmayacak mıydım? Küçük bir kızın hayatını aydınlatmaya çalışırken; bir başka dünyalar güzeli, her zaman bana anlayışla yaklaşmış, fedakârlığını her zaman kanıtlamış, üstelik nur topu gibi iki evlât vermiş bir kadının hayatını karartmayacak mıydım?
Şüphesiz ki eşimin bu konuda ne düşüneceğini tahmin etmem mümkün değildi. Yuvamız son derece sağlam temeller üzerine kuruluysa, bunun bir nedeni de birbirimize hiç aldatmamış olmamızdı. Her zaman birbirimize dürüst kalmış, birbirimizi en küçük bir konuda bile aldatmaya, kandırmaya kalkışmamıştık. Bütün bu olup bitenleri, en ince ayrıntısına, en küçük noktasına kadar ona anlatacağım kesindi. Biliyordum; o çok anlayışlı, akıllı bir kadındı ama, ne de olsa bir kadındı. Küçük bir ortağının olduğunu öğrenince, normal bir kadın gibi kıskanmayacak mıydı? Ruhunda bir kasırga eseceği kesindi. Belki de beni, ihanet etmekle suçlayacaktı. Bana karşı gösterdiği anlayışı, iyi niyeti suiistimal ettiğimi bağıracaktı. Belki de darılacak, günlerce konuşmayacaktı.
Ya onu kaybedersem? Onu kaybetme düşüncesi bile beni kahretmeye yetiyordu. Bu küçük kızı sevdiğim gibi, onu da seviyordum. Bir insanın kalbi bir kaç kişiyi birden almayacak kadar küçük müdür?
Ruhumda kasırgalar esiyordu. Bir ara esen kasırgaların sıkleti öylesine güçlendi ki başımın döndüğünü, gözlerimin karardığını hissettim. Gözlerimi kapatarak başımın dönmesinin, gözlerimin kararmasının geçmesini bekledim. Bu ara bütün kalbimle, varlığından hiç bir zaman şüphe duymadığım yüce Rabbime dualar ettim. O’ndan doğru yolu göstermesini niyaz ettim.
Bu konuda karar verebilmek için çok ama çok zorlandım. Her şeyi en ince noktasına kadar düşünmeye, irdelemeye çalıştım. Duygularımla aklım çatışıyordu. Kalbim, bütün gücüyle onaylarken; aklım, hayır yanlış, böyle yapma diyor, beni kolay, kolay içinden çıkamayacağım bir ikileme itiyor, bir burgaca sokuyordu. Kanım vücudumdan çekilmiş, her yanımı ter basmıştı. Hava oldukça sıcak olmasına rağmen buz gibi terliyor, başım dönüyordu.
Bu konuda karar verecek makam aklım değildi. Doğru ve sağlıklı bir karar için içimdeki o tek hâkime, şimdiye kadar beni hiç yanıltmayan o tek makama, vicdanıma havaleye karar verdim. Onun verdiği karar değişmez kararım olacaktı.
Nihayet vicdanım aklıma üstün geldi. Her zaman olduğu gibi yine vicdanımı dinledim. Kararım evet olarak çıkınca içime tarifsiz bir huzur ve sevinç kapladı. Bu, verilen kararın ruhum tarafından onaylanmasıydı. Ne olursa olsun artık kararımı değiştirmem mümkün değildi. Bu küçük kızın kaderimden bir parça olduğunu gerçek manada ilk kez o gün anladım.
Olabildiğince kocaman açılmış, içinde sımsıcak bir sevginin dolup taştığı ve bir kenarında inci taneleri gibi bir çift gözyaşının parladığı gözlerine bakıp, gülümsedim.
İçimdeki son şüphe kırıntılarını da temizlemem gerekiyordu.
-Ama benimle evlenirsen, en azından bir müddet yalnız kalmak zorunda kalacaksın?
-Biliyorum dedi. Yatağında akıp gitmeye mecbur bir nehir gibi; eşine, çocuklarına, sevdiklerine gitmek zorunda olduğunu biliyorum. Hiç bir ön şart öne sürmüyorum. Yanıma ne zaman istersen gelebilirsin. İstersen gelmeyebilirsin. Lütfen izin ver, kıyıcığın da, bir yerlerde ben de bulunayım. Bir gün sana kavuşacağım ümidi bana yetecektir. Ne olur, bu kadarcık bir ümidi çok görme bana.
-Benimle nikâhlanabilmen için İslâm’a girmek zorundasın. Bu da pek çok maddi, manevi sorumluluk gerektirir. Bunları yapmaya hazır mısın?
-Evet dedi. Hazırım. Üzerime düşen her türlü sorumluluğu kabul ediyorum. Elimden geleni yapmaya çalışacağımdan emin olabilirsin.
Eğilerek, küçük pembe avuçlarını tekrar öptüm.
-Lütfen dedim. Çok iyi düşünerek cevap ver. Artık dönüşü olmayan bir yola girmek üzeresin. Aklına, vicdanına ve kalbine danış, ondan sonra cevap ver. Benimle evlenir misin?
Evlenme teklifini yapmasından dolayı düştüğünü zannettiği onur kırıcı durumdan kurtarmak istediğimi hemen anladı. Bir an yüzü sarardı, dudakları titredi. İnanamaz gözlerle yüzüme baktı. Bayılacak gibiydi. Güçlükle, sesi titreyerek şu sözleri söyledi.
-Evet. Biliyorsun ….
Çok büyük bir tehlikeye maruz kalıpta, kaçarken bir sığınak bulan kişilerin sevinciyle boynuma atıldı.
-Ah hain! Sen çok kötü bir adamsın biliyor musun? Ne kadar istediğimi, seni ne kadar sevdiğimi bile, bile bunu bana soruyorsun. Sen bir sadistsin, hem de çok tatlı bir sadist. Seni seviyorum, seviyorum diye fısıldadı.
Bir dal gibi incecik kollarıyla bedenimi kavramaya, kendine doğru çekmeye çalıştı. Küçük başını omzuma dayayarak ağlamaya başladı. Kıvır, kıvır kısacık saçları yüzüme değiyordu. Sevinçten, heyecandan tir, tir titreyen, küçücük, tortop olmuş vücudunu; şefkât ve sevgiyle dolup taşarak, boşta olan sağ kolumla sarıp, onu biraz daha kendime çekip, bağrıma bastım.
Küçük vücudu sarsılarak ağlıyordu. Bir müddet ağlamasını izin verdim. İçindeki zehri gözyaşlarıyla atıp, rahatlayınca, başını kaldırdı. Boynuma dolanmış kollarını boşaltarak, biraz yana doğru gidip, uzaklaştı.
Yüzü daha da zayıflamış, daha da solmuş gibiydi. Alnını, yüzünü dolduran çizgiler biraz daha derinleşmiş, daha da netleşmiş, küçük yüzü biraz daha buruşmuştu. Gözlerinden akan yaşlar; minik derecikler oluşturarak, elmacık kemiklerinin oluşturduğu tepeciklerin vadilerinde akıyor, çökük avurtlarını ıslatıyordu.
Zayıf bir sesle:
-Mendilini verir misin lütfen? Dedi
Mendilimi uzattım. Önce gözlerini sildi, burnunu da güzelce temizledikten sonra:
-Teşekkür ederim dedi.
İlk defa görür gibi kıyafetine baktım. Bol gelen, üzerinde güçlükle duran pantolonu; gereğinden fazla sıkılan kayış nedeniyle, kemerlerinden potlaşmıştı. Başındaki başlığı, ayaklarındaki kocaman botlarıyla Şarlo’ya benziyor, gerçekten çok komik görünüyordu.
-Her şeyden önce seni gerçek bir Müslüman kadın kılığına sokmamız lazım dedim. Bunun içinde, bazı giysiler almak üzere tekrar şehre inmemiz gerekecek.
-Ama benim giysilerim var.
Şaşkınlıkla yüzüne baktım.
-Giysilerin var mı?
-Evet var, bu gün almıştım.
-Yani seninle evlenmek isteyeceğimden emindin öyle mi?
-Pek öyle sayılmaz. Ümidim vardı, kesin emin değildim.
-Yani?
-Evet dedi. Tahminin doğru. Kabul etmesen bile İslamiyet’e girecektim. Bunu daha önce karar vermiştim.
Allah’ım... Bu benim için o kadar önemliydi ki. Bu küçük kıza karşı bir kez daha sevgiyle dolup, taştım.
Sesim yumuşacık, sevgi doluydu.
-Lütfen bana doğru biraz yaklaşır mısın?
Merakla yüzüme bakıp, yaklaştı. Yeterince yaklaşınca; eğilerek, buruşuk yanaklarını sevgiyle dolup, taşarak öptüm ve:
-Seni seviyorum diye fısıldadım.
Birden duygularının önündeki setler, barajlar, yıkılıverdi. Bir duygu seliyle allak bullak oldu. Sevgiyle, umutla, mutlulukla dolup taşarak, salt bir sevince dönüşerek, kocaman açılmış gözleri pırıl, pırıl ışıyarak, delicesine bir atılışla boynuma sarıldı. Az kalsın arabadan düşüyorduk. Hıçkırıklarla sarsılarak yüzünü boynuma gömdü.
-Seni ben de seviyorum. Hem de deliler gibi seviyorum babalık dedi.
Gözlerinden akan yaşı başparmağımla silerken gülümsedim.
-Babalık mı? Fakat ufaklık, artık bana babalık dememelisin.
Sıcacık gülümseyerek:
-Ben sana babalık diyemezsem, sen de bana ufaklık diyemezsin değil mi? Diye sordu.
-Haklısın, herhalde diyemem dedim. Ben de sana... O zaman gülüm derim.
Tekrar atılıp, boynuma sarılarak:
-Gülüm mü? Gülünü çok mu seviyorsun? Diye fısıldadı.
-Evet dedim. Çok seviyorum, hem de pek çok. Özellikle… Özellikle sarı gülleri.
-Hımmm! Bak sen. Fakat gülün dikeni olur, biliyorsun.
-Olsun! gülü dikeniyle severim.
Zevkle kıkırdadıktan sonra şunu sordu.
-Aldığım giysileri görmek ister misin?
-Evet, lütfen.
Sevinçle, arabanın bir köşesine itinayla bıraktığı giysilerinin bulunduğu torbayı almak için uzandı. Arabamız lâkası bol bir yolda; gıcır, gıcır gıcırdayarak, çın, çın öterek sarsıntılarla gidiyordu. Düşmesin diye gülünç pantolonunun potlaşmış kemerini kavrayıp, sıkıca yakaladım. Elinde torbayla yüzünü bana doğru dönerken onu, sağ elimle kendime doğru yaklaştırıp, kollarımın korumasına aldım. Güçlü kolumun korumasında, iki elini de rahatça kullanabiliyordu. Ak güvercinlere benzeyen minicik ellerini torbalara sokuyor, içinden paketler, kutular çıkarıyor; teker, teker açıp gösteriyordu. Çıkanlar zevkli ve titiz bir seçimin ürünü oldukları hemen belli oluyordu. Küçük arkadaşım bunları alırken; kim bilir kaç dükkânın raflarını aşağıya indirtip, boşalttırmış, kim bilir kaç dükkâncının canını yakmıştı. Alış veriş konusunda ne kadar titiz davrandığını, adeta dükkâncıların canından bezdirdiğini, bizzat gözlerimle görmüştüm.
Kocaman yakalı, gözlerinin rengin de, yani açık yeşil bir manto, mantoya uygun çok kaliteli bir türban, açık sarı üzerine mor renk minik çiçeklerin olduğu ipekten, kaliteli bir gömlek, patiskadan; yine sarı renk desen üzerine kırmızı, koyu mavi, koyu yeşil minik çiçekler olan bir şalvar, minicik sarı ayakkabılar ve iki çift beyaz çorap.
Birden karar verdim.
-Hemen üstünü değişmeni istiyorum, dedim.
Şaşırarak; kocaman, kocaman yüzüme baktı.
-Yani hemen, burada mı?
-Evet burada! Vakit kaybetmeye ne gerek var. Zamanımız çok kıymetli.
Cevabını beklemeden; neşeyle, bildiğince koşup, gönlünce bizi alıp götüren Küheylân’ın dizginlerini çektim. Beklemediği bu komut karşısında yaşlı aygır afallayıp, şaşırdı, ancak birkaç adım sonra durabildi.
Ne oluyor der gibi başını çevirip, baktı. Arabadan atlayarak, elimi küçük arkadaşıma uzattım. İkircikte kaldığını ayrımsayınca, niye tereddüt ettiğini anlamakta gecikmedim.
Gülerek:
-Merak etme dedim. Senin için rahatlıkla soyunup, giyinebileceğin bir yer yapacağım.
Elinde giysi torbası olduğu halde, kucaklayarak indirdikten sonra arabayı dolduran torbalar arasından, Musa emmi ailesi kadınları için aldığım basma topunu arayıp, buldum.
Elinden tutarak, hemen yanı başımızdaki sık ağaçların arasına götürdüm. Onu, aralarında üç, dört metre kadar mesafe bulunan üç ağacın orta yerine getirip, bıraktıktan sonra:
-Tamam dedim, burası uygun.
Merakla ne yapacağımı bakıyordu.
Basma topunun ucunu ağacın birine dolayıp sabitleştirdikten sonra, dışarıdan, ağaçların etrafını dolanarak onu bezden bir kale içine hapsettim.
Bezden kalenin yapımı bittikten sonra:
-Tamam dedim. Seni orada sincaplarla, kuşlardan başka kimse göremez. Üzerini değişirken, ben de Küheylân’ın bakımını yapayım. İşin bitince seslenirsin.
Bezden duvarın arkasından cevap verdi.
-Tamam, oldu.
Küheylân’ın bakımını yenice bitirmiştim ki, seslendiğini duydum.
-Tamam, ben hazırım.
Biraz önce yaptıklarımın tam tersini yaparak, bez duvarı ortadan kaldırdım. Küçük arkadaşım tam karşımdaydı. Hayranlıkla baktığımı fark edince gülümseyerek:
-Nasıl yakışmış mı? Diyerek sordu.
-Hem de nasıl dedim. Küçük dilimi yuttuğumu görmüyor musun?
Gerçekten değişiklik harikaydı. Onu ilk defa küçük bir çocuk gibi değil de; kanlı, canlı bir genç kız olarak o an gördüğümü söyleyebilirim.
Topuklarına kadar gelen manto boyunu uzatmış gibiydi. Halbuki onu, o zamana kadar ufak tefek, kısacık boylu bir çocuk olarak görmüştüm. Kıvır, kıvır kısacık saçlarını tamamen örten türban; küçük, zayıf yüzünü tamamen ortaya çıkarmış, derleyip toparlamış, biraz yuvarlayıp küçültmüş; bir çift kocaman göze dönüştürmüştü. Ayaklarındaki minicik ayakkabıları da çok şirin görünüyor, zarafetini tamamlıyordu.
Sözlerim onu öyle mutlu etti ki, bir çift gözden ibaret güzel yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. Gözleri kocaman, iki yeşil pırlanta gibi ışıldadı.
Tutması için elimi uzattım. Kibar bir hanımefendi gibi elini, elimin üzerine koydu. Adeta o haşarı, afacan çocuk gitmiş; yerine kibar bir hanımefendi gelmiş, şu son bir kaç dakika içinde on yaş daha büyümüş, olgunlaşmıştı.
Gözlerim hayranlıkla üzerine takılı, arabayı binmesine yardım ettim.
Küheylân; bütün bu olan bitenler birinci dereceden kendisini ilgilendirirmiş gibi, kulaklarının hunilerini bize doğru çevirmiş, her hareketimizi derin bir merak ve dikkatle izliyor, olanı biteni anlamaya çalışıyordu.
Küçük arkadaşımı bindirip, emniyetini sağladıktan sonra, dolaşarak arabaya bindim. Küheylân’ın beni takip eden başı bindiğimi görünce doğrulup, komutumu beklemeye başladı.
Onu fazla bekletmedim. Dizginleri yavaşça sırtına vurarak:
-Dehh! Hadi oğlum gidiyoruz diye bağırdım.
Küçük arkadaşım yüzünü çevirip, tatlı bir pembelikle kızararak sordu.
-Ne zaman? Şeyy ....Ne zaman düşünüyorsun?
-Bu gün, hemen, şimdi diye bağırdım. Mademki karar verdik. Niye zaman kaybedelim değil mi?
-Şimdi mi? Fakat.....Nasıl?
-Neredeyse Aktepe köyüne gelmek üzereyiz. Hatırlarsan orada beyaz minareli bir cami vardı. Cami varsa imam da var demektir. Pekâlâ nikâhımızı kıyabilir.
-Peki! Nasıl istersen.
Eğer küçük arkadaşımla nikâhımız kıyılacaksa, nikâh hakkında bilgi vermem, en azından mehrini tespit etmem gerekiyordu.
Yol boyunca nikâh hakkında bilgi vermeye çalıştım. Sıra mehrini tespite gelince:
-Benden ne kadar mehr istemeyi düşünüyorsun? Diye sordum.
Yüzümü şaşkınlıkla baktı.
-Mehr mi? O da ne? Anlamadım.
Küçük arkadaşımın mehrden haberi olmaması normaldi. Gülerek cevap verdim.
-Mehr, yani bir kadının nikâh kıyılmadan önce kocasından alacağı altın, gümüş cinsinden para yada mal dedim.
-Para mı? Fakat... Para filân istemiyorum ki.
-Bu dinimizin emrettiği bir kuralıdır. Muhakkak mehrini tespit etmemiz gerek. On cumhuriyet altını mehr teklif ediyorum, kabul ediyor musun?
Biraz kırılmış gibi bakarak:
-Bunu yapmasak olmaz mı? Kendimi satılık bir mal gibi hissedeceğim dedi.
Dinimiz hakkında ilk kesin bilgiyi orada verdim.
-Hayvanları ne kadar sevdiğimi, onlara zarar vermemin mümkün olmadığını biliyorsun değil mi?
-Elbette biliyorum. Bir hayvanın kılına dahi zarar gelmesini istemezsin.
-Haklısın ama kurban bayramların da kurban kesiyorum.
-Sen mi? Dünya da inanmam.
-İnan dedim. Gerçekten kesiyorum. Hayvanları ne kadar sevip, onları acısam da, bu dinimin gereğini yerine getirmemi engellemiyor.
Dinimizin kurallarını istek ve düşüncelerimize göre düzenleyemeyiz. Onları bir bütün olarak düşünüp, kabullenmek zorundayız. Birini yapıp, diğerlerini yapmama hakkımız yok. Örneğin uykuyu çok seven bir kişi sabah namazını kılmak istemeyebilir. Ya da midesine düşkün bir kişi oruç tutmak istemeyebilir. Bu örnekleri rahatlıkla çoğaltabilirsin. Sabah namazımı kılmasam, ya da oruç tutmasam ama yine de tam bir Müslüman olsam diyemeyiz. Zaten bu da mümkün değildir. Tahmin edeceğin gibi, bu durum dinimizin bozulmasına, deforme olmasına neden olacaktır. Eğer gerçek bir Müslüman olmak istiyorsak; Mevlâ’mızın emrettiklerini bir ayırım yapmadan, yorumlayıp, değiştirmeden, olduğu gibi kabul edip, inanmamız ve uygulamamız gerek. Anlıyorsun değil mi?
-Galiba anlıyorum. Peki dediğin gibi mehrim on altın olsun.
-Yalnız bu mehr-i müeccel olacak. Yani mehrini daha sonra vereceğim.
Önce şaşırdı sonra hoşuna gitmiş olmalı ki kıkırdadı.
-Yani mehrin peşini, veresiyesi de mi oluyor?
-Elbette dedim. Mehrini peşin verseydim mehr-i muaccel olacaktı. Mehrin, ananın ak sütü gibi helâl malındır.
-Yani mehrimi istediğim gibi harcayabilirim değil mi?
-Tabi! Nasıl istersen öyle harcayabilirsin.
-Peşin olursa mehr-i muaccel, sonra verilirse mehr-i mueccel oluyor. Yanlış öğrenmedim değil mi?
-Evet, yanlış öğrenmedin.
Aktepe köyünün minaresi nihayet göründü.
Yaşlı aygır; sanki olan biteni biliyor, konuştuklarımızdan haberdar, ne yapacağımızı anlamış gibi her hangi bir komuta gerek görmeden, Aktepe’ye giden kısa yola saptı, bir kaç dakika sonrada büyük bir çınar ağacının altındaki çeşmenin yanında durdu. Çeşme camiye bitişik sayılırdı.
-Burada bekler misin? Biraz sonra gelirim deyip arabadan atladım.
Arabadan indiğimde yanık, güzel bir ses ezan okumaya başladı. Çeşmeye yanaşıp, aptesimi alarak camiye yollandım. Küçük, fakat tertemiz bir camiydi. İmam dahil altı kişilik bir cemaat vardı. Bu yörelerin özelliği olarak, yaşlı kişilerden oluşuyordu.
Minareye açılan küçük kapıdan; uzuna yakın orta boylu, zayıf, beyaz tenli, alttakine göre biraz daha küçük üst dudağının üstünde incecik bıyıklı, yakışıklı bir delikanlı çıktı. Az önce ezan okuyan kişi olduğunu tahmin ettim.
Bu, oldukça yakışıklı gencin dikkatimi hemen çeken; yumuşacık, bir genç kız gibi utangaç bakan, nemli, iri güvelâ gözleri oldu. İyi kalpli, huzurlu insanlara özel belli belirsiz bir gülümseme yüzünü aydınlatmıştı. Hal ve duruşundan iyi bir insana benziyordu. Onu görür görmez kanım kaynayıverdi. Beni görünce gözleriyle selâm verip:
-Salat-ı sünne diye bağırdı.
İkindi namazının sünnetinden sonra kısa boylu, ak ve uzun sakallı imamın arkasında saf olarak farzını kıldık. Tespih için imam bize doğru dönünce, beni görmekte gecikmedi. Yakışıklı gencin gözlerine benzeyen, yumuşak bakışlı gözlerinin içi gülerek, hafifçe başını sallayarak selâm verdi. Sağ elimi kalbimin üzerine götürüp, hafifçe bastırarak selâmını aldım.
Tespih ve duadan sonra cemaat dağılmadan etrafımda toplandılar. Yaşlı imamın yerinden kalkarak yanıma geldiğini görünce ayağa kalkarak onu karşıladım. Elini hürmetle öptüm. Gözlerinde cıvıl, cıvıl bir sevinç ve neşeyle bakarak:
-Hoş geldin bey oğlum dedi. Bu yörelerin adeti olduğu üzere kırk yıllık dostuymuşum gibi sarılıp, sarmaştıktan, bütün cemaatle ayrı, ayrı hal hatır sorduktan sonra :
-Bey oğlum! Seni hiç bu taraflarda görmedik. Nereden gelip, nereye gidersin? Diye sordu.
-Ballıca’da Musa emminin yanında kalıyoruz dedim. Bir işimiz vardı, onun yerine şehre inmiştik. İkindi namazı için buraya uğradık.
-Ha evet! Musa sizden bahsetmişti dedi. Kendisi nasıl? Hasta değil ya?
-Allah’a şükür, hasta değildir. Özellikle size selamını söylememi tembihlemişti. Selâmını size getirdim dedim.
-Allah getirip, götürenden razı olsun bey oğlum dedi. Döndüğünde selâmlarımızı söylersin.
Musa, yanında küçük bir kızın olduğunu söylemişti?
-Yanımda dedim. Arabada bekliyor.
-Arabada mı? Keşke yalnız bırakmasaydın. Caminin yanındaki ev bizimdir. Hanımda misafiri pek sever, onu bize bırakabilirdin.
-İnşallah bir daha ki sefere dedim. Sizden bir istirhâmım olacaktı.
İhtiyar imam merakla yüzüme bakıp:
-Elimizden gelen bir şeyse memnuniyetle yaparız bey oğlum dedi.
-Bir nikâh kıymanızı rica edecektim, dedim. Yanımdaki kızla, nikâhımı kıyar mısınız?
-Tabi kıyarız. Fakat… Kızın küçük olduğunu duymuştum. Ebeveyninden izin almak gerekir. Ebeveyni yanında mı?
-Hayır yok ama kendisi rüştünü ispat etmiştir. On sekiz yaşını geçmiş durumda.
-O halde bir mesele yok. Biz imam odasına geçelim. Sen kızı al, oraya getir.
-Nikâhtan önce; ona, dini telkinde bulunmanızı rica edecektim.
-Dini telkin mi? Fakat Musa oldukça bilgili olduğunu söylemişti. Bunu kendin de yapabilirsin değil mi?
-Tabi ki yapabilirim ama cemaat içinde olursa, daha etkili olur diye düşünmüştüm.
-Peki bey oğlum! Bu konuda da konuşurum.
-Tamam hoca efendi. O halde kızı buraya getireyim deyip yanından uzaklaştım.
Küçük arkadaşım bıraktığım gibi arabada oturuyordu.
Elimi uzatıp:
-Hadi gel dedim. Hoca efendi bizi bekliyor.
Elimi tutarak arabadan indi. Camiye girmeden önce aptes almasının uygun olacağını düşündüm.
-Aptes almanı istiyorum dedim.
-Peki deyip, bir torbada bulunan, aptes alırken kullandığım şıpıdık terlikleri alarak, çeşmeye yöneldi. Ayakkabılarını ve beyaz çoraplarını çıkarınca; minik, ak ayakları meydana çıktı. Mantosunu çıkarıp, uzatarak:
-Tutar mısın lütfen dedi.
Kollarını sığayıp, çeşmeye yanaşırken bana baktı.
-Kaç defa alırken gördün dedim. Aldığım gibi aptesini al.
-Peki ama sen de takip et, yanlış yaparsam düzeltirsin.
-Peki dedim.
Hiç hata yapmadan, mükemmel denebilecek bir şekilde aptesini alınca, hem şaşkınlık, hem de sevinçle takdir dolu bakışlarımı ona yönelttim. Kaç kere aptes alırken beni dikkatle izlediğini görmüştüm ama böylesine mükemmel öğrenebilmesi gerçekten takdire şayandı. Pek az insanın bildiği, dışardan gözleyen bir insanınsa güçlükle fark edebileceği bazı incelikleri; atlamadan, sırasını bozmadan yerine getirmişti. Bu da onun; bu konuya zannettiğimden daha çok ilgi duyduğunu, bütün dikkatini buna verdiğini gösteriyordu. Küçük arkadaşımla iftihar etmiştim.
Camiye girdiğimizde onları imam odasında bizi bekler bulduk. İhtiyar imamın sağına, soluna üçer üçer oturmuşlar, ortalarında oturmamız için bir boşluk bırakmışlardı. Bizim için ayrılan yere gelerek, diz çöküp, oturduk. İsteğim üzerine imam efendi, önce küçük arkadaşımı Kelime-i Şahâdet getirterek imanını tazeledikten sonra, bazı nasihatler de bulundu.
Gerekli telkinler yapıldıktan sonra, sıra nikâhımızın kıyılmasına gelmişti. Yaşlı imam yüzünü bana çevirerek:
-Bey oğlum! Hanım kızımızın mehrini belirledin mi? Diye sordu.
Cevap vermeme fırsat vermeden küçük arkadaşım atılarak:
-Evet! On cumhuriyet altını olarak belirledik. Meh- rimi mehr-i muaccel olarak aldım. Yuvamıza harcaması için kocama hediye ettim dedi.
Bu bana yapılmış nefis bir jestti. Tabi ki ona mehrini en kısa zamanda alıp, verecektim ama yine bu davranışı öylesine hoşuma gitti ki gülümsemekten kendimi alamadım. Bu küçük olayın üzerimde çok büyük etkisi oldu. Bu küçük yaratığa karşı olan sevgimin milyon kere çoğaldığını hissettim. Gönlüm, sevgi olup, ona doğru akıp gitti.
Yaşlı imamın genç gözlerinde, bir sevincin ışıkları ya- nıp, söndü. Durumu, onunla beraber diğer cemaatte farkına varmış olmalıydılar. Küçük arkadaşıma dönük bakışlarında bir takdirin, yumuşak ışıkları parlıyordu.
Yaşlı hoca:
-Peki! Mademki mehr işini halletmişsiniz mesele yok deyip, sağında oturan kendisi gibi uzun sakallı, kehribar gözlü ama biraz daha genç bir adama seslendi.
-Hacı! Sen hanım kızımızın şahidi ol dedi. Sonra sağ tarafımda oturan yakışıklı genç delikanlıya dönüp:
-Hüseyin! Oğlum, sen de bey oğlumuzun şahidi olursun dedi.
Nikâhımızın kıyılması uzun sürmedi. Allah’ın huzurunda artık küçük arkadaşım, küçük eşim olmuştu.
Nikâhtan sonra yaşlı imam evine davet etti. Fakat çok geç kalmıştık. Üzülerek davetini reddetmek zorunda kaldım.
-İnşallah bir daha ki sefere dedim. Ayrıca Ballıca’da yapacağımız düğünümüze hepinizi şimdiden davet ediyorum.
Yaşlı imam:
-Allah nasip ederse geliriz bey oğlum dedi.
Küheylân’ı sabırsızlıkla bekler bulduk. Yaşlı aygır bizi görünce, nerede kaldınız der gibi; yelesini silkeleyip, başını salladı. Sabırsızlıkla ön ayaklarını çimenlere vurdu.
-Sıkıldın mı oğlum? Tamam, geldik. Gideceğiz artık deyip boynunu okşadım. Yaşlı aygır söylediklerimi anlamış gibi başını salladı.
Küçük eşimin arabaya binmesini yardım ettikten sonra, ben de bindim. Dizginleri hafifçe Küheylân’ın sırtına vurup, bağırdım.
-Hadi oğlum, bizi eve götür bakalım.
Bizi uğurlamaya çıkan yaşlı imamla diğerlerine el salladık. Onlarda karşılık verdiler. Ne iyi insanlar diye düşündüm.
Yaşlı aygır Aktepe ile Ballıca yolu arasındaki kısa mesafeyi bir hamlede aşarak, Ballıca yönüne dönüp, bildiğince koşmaya başladı.
Küçük eşimin heyecandan çatlamış, incecik sesini duydum.
-Düğün yapmayı mı düşünüyorsun?
-Evet dedim. Balo gibi değil tabi. Orta halli, yemekli bir düğün.
-Fakat ne gerek var? Boşuna masraf olmayacak mı? Paraya çok ihtiyacımız olacak.
-Hayır dedim. Bu bizim için çok gerekli bir şey. Yemekli bir düğünle, bütün bu yöredeki insanların evlendiğimizi bilmelerini istiyorum. Bu, onlar üzerindeki saygınlığını artıracaktır. Bir zaman içinde olsa, yalnız kalacağını unutma.
-Peki! Sen daha iyi bilirsin, deyip başını öne eğdi.
İçimde tatlı bir heyecanla küçük eşime baktım. Başını öne eğmiş, bakışlarını kaçırmaya çalışıyordu. Utanıyor olmalı diye düşündüm. Tabi ki böyle bir davranış bir genç kız için normaldi. Yeni nikâhlanmış bir kadının, özellikle bir genç kızın heyecanlanmasını, bir parça utan- masını ve hatta korku duymasını normal buluyordum.
Küçük eşime biraz daha dikkatle bakınca; sırtına aldığı yükü güçlükle taşımaya çalışan zayıf bir insan gibi; zangır, zangır titrediğini fark ettim. Arabanın bir köşesinde büzülüp kalmıştı. Başını eğmiş, ısrarla yüzünü ve gözlerini benden kaçırıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı ve buram, buram terlemişti. Bunun normal bir heyecan, ya da korku olmadığı açıktı. Daha derin, daha güçlü, ruhunu kamçılayan, ıstırap veren, onu korkutup panikleten, anlayamadığım başka bir duygu. Ağır, yabancı ve sancılı… Ama neden?
İki aya yakın birlikteydik. Birbirimize çok yakın sayılırdık. Onu sayısız kez sırtıma bindirmiş, omuzlarıma alıp, gezdirmiştim. Defalarca kucaklayıp, bağrıma basmış, saçlarını koklayıp, yanaklarından öpmüştüm.
O da aynı şekilde bana karşı çok yakın davranıyor, sevgisini açıkça göstermekten çekinmiyordu. Muzip şakalar yapıyor, son derece samimi duygularla dolup, taşarak koşuyor, boynuma atılıp, yanaklarımdan öpüyordu.
Bir kaç kez de; yağmur yağdığı ve tek çadırımız olduğu için, uyku tulumlarımızda, aynı çadırda yatmıştık. Yaptığı çocukça şakalarla uyuyup kalıncaya kadar, rahat vermemişti. Birden bire böyle neden değişivermişti? Sanki birden yabancılaşmış, bir başka kişiliğe bürünmüştü.
İçinde fırtınalar esiyor, kasırgalar kopuyor, ruhunu alt üst ediyor gibiydi. Bu kasırgalar, fırtınalar yüzünü kıpkırmızı eden ürkek bir tedirginlik, korkulu bir utanç olarak dışa vuruyordu. Gözlerini ısrarla kaçırmasının nedeni, içinde kopan fırtınaları, kasırgaları hemen anlayacağımı bilmesinden miydi?
Bana anlatamadığı bir derdi mi vardı?
Onun için her zaman; sıkıldığında, bir derdi olduğunda, sığınacağı asude bir liman gibiydim. Çok kere; bir derdi, bir sıkıntısı olduğunda koşarak boynuma atılmış, küçük başını göğsüme gömerek ağlamış, içini bana dökmüş, huzuru ben de bulmuştu. Bir derdi varsa aynı şekilde niye davranmıyordu? Niçin bana açılan kapılarını hepten kapatıvermişti?
Bu davranışını, en mutlu olmamız gereken şu anlarda yapmış olması da gerçekten garipti.
Bizi birbirimize bağlayan nikâhtan sonra bu duruma girmişti. Ayrıca nikâhlanmamızı kendisi istemişti. Bu arzusunda samimi olduğunu biliyordum. Sevinçten gülücükler saçıp, mutluluktan uçmasını beklerken; heyecan, korku ya da başka duygularla böylesine allak bullak olması, titremesi nedendi?
Bunun; zifaf gecesi öncesi genç kızların duydukları cinsten bir korku ya da heyecan olmadığından emindim. Nedenini, nasılını, niteliğini bilemediğim çok daha güçlü, çok daha derin ve hırpalayıcı duyguların fırtınasıyla alt üst oluyordu. Peki ama neden? Neden?
Biraz düşününce, kendime göre gerçeği anlamakta gecikmedim.
İçinde kopan fırtınaların, kasırgaların nedeni bendim. Bu yüzden küçük eşim bana koşup gelemiyor, kapıları kapatmak zorunda kalıyordu. Sebebi de gayet basitti.
Küçük eşim için artık ben; istedikçe boynuna sarılabildiği ihtiyar arkadaşı, babalığı değildim. Bir arkadaşlıktan, bir dostluktan daha ileri, daha önemli bir konuma geçmiştim. Beni, artık çok daha fazla değer veriyordu. Ben artık onun kocasıydım. Deli gibi sevdiği, maddi manevi bağlarla bağlandığı, yerine getirmesi gereken görevlerinin ve sorumluluklarının bulunduğu erkeğiydim.
Türlü nedenlerle gerektiği gibi gelişememiş, zayıf kalmış vücuduyla, bu görev ve sorumluluklarını yeterince yerine getirememekten korkuyordu. Küçük eşim bana yeterince mutlu edememekten korkuyordu.
Bu konuda özgüvenini yitirmişti. Beni öylesine seviyordu ki, görev ve sorumluluklarını yeterince yerine getiremeyeceğinden korkuyor, bu nedenle mutsuz olacağımı zannediyordu.
Halbuki ona olan sevgim tamamen karşılıksızdı. Onu severken, karşılık olarak bir şey beklemiyordum. Şöyle ya da böyle varlığının yanımda oluşu, mutlu olmama yetiyordu. Onun için yaptığım özveriler, onun için çektiğim acılar, aynı zamanda mutluluğumun kaynağıydı. Ben onu acı çekerek de seviyordum.
Tabi ki bütün bunları küçük eşim, sarı gülüm bilmiyordu. Beni mutlu edebilmek için taşıyamayacağı yükler altına girmeye çabalıyor, bu yükleri kaldırabileceğinden şüphe etmeye başlıyor, bu şüphenin getirdiği korku da ruhunu allak, bullak eden fırtınaları oluşturuyordu. Bu korku, ruh sağlığını alt üst edecek kadarda güçlüydü.
Küçük eşimin, sarı gülümün kendini böylesine feda etmesini göz yumamazdım. Onu olduğu gibi sevdiğimi göstermek; daha da önemlisi, bunu ona inandırmak zorundaydım. Her şeyden önce de, bana karşı kapattığı kapıları açmam gerekiyordu. Bununda tek yolu onunla diyalogu koparmamaktı. Onu konuşturmam gerekiyordu. Ona; hiç bir şeyin değişmediğini gösterip; anlatmam, inandırmam gerekiyordu.
Önümüzde üç saate yakın bir zaman vardı. Bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmemiz lazımdı. En azından hemen öğrenmesi gereken acil bilgileri öğretmek zorundaydım. Bu diyalog içinde iyi bir konu, iyi bir fırsattı.
Uzanarak, titreyen küçük elini avucuma aldım. Pembe avuçlarını sevgiyle öptüm. Müthiş bir heyecan ya da korku içindeydi, hazan yaprağı gibi titriyordu.
-Çok heyecanlı olduğunu biliyorum dedim. Belki de korkuyorsun da. Bunu normal karşılıyorum. Fakat bir parça kendini toparlayabilirsen, acilen bilmen gereken bazı bilgileri sana öğretebilirim.
Sesi cılız ve titrek çıktı.
-Dinlemeye çalışacağım, lütfen….
Şu anda ona verilmesi gereken en önemli bilgi şüphesiz ki aptes konusu olmalıydı. Namaz aptesi almasını bildiğini mükemmel bir şekilde ispat etmişti ama ya gusül aptesi? Bir kıza, bir kadına gereken hayz ve nifas bilgileri?
Genellikle bu tür bilgilerin ayıp sayılarak gerektiği gibi öğretilmediğini, ya da yanlış öğretildiğini biliyordum. Küçük eşimin bu konularda tek bilgi kaynağıysa o an için bendim. Fakat her şeyden önce; aklını başından almış, iç dünyasını allak bullak etmiş gibi görünen müthiş korkusunu ya da heyecanını hiç olmazsa bir parça bastırıp, kendini kontrol edebilmesi gerekiyordu. Şüphesiz ki bunun tek yolu da içindeki fırtınadan habersiz görünmem, ona doğal davranmamdan geçiyordu.
Yüzüme en güzel gülücüklerimden birini takarak, sesimi mümkün olduğunca yumuşatıp, sevgi katarak, sadece konuşmayı başlatmak gayesiyle şunları söyledim.
-Biliyor musun? dedim. Allah katında artık sen benim helâlimsin.
Tahmin ettiğim gibi hemen helâlim kelimesi dikkatini çekiverdi.
-Helâlim mi? O da ne demek?
-Yani eşim, karım, hayat arkadaşım, can yoldaşım demek. Artık biz birbirimize aitiz. Allah eşler arasındaki her türlü perdeyi kaldırmıştır. Yani sen artık benim mahremimsin. Ben de senin mahreminim. Mahremin ne olduğunu hatırlıyorsun değil mi? Hani sana uzun, uzun anlatmıştım.
Sesi yine zayıf ve çatallıydı.
-Evet, dedi. Hatırlıyorum.
-Çok güzel. Bir Müslüman kadın için mahremini ve namahremini bilmek çok önemlidir. Ayrıca, acilen öğrenmen gereken bilgiler var. Ballıca’ya varıncaya kadar bunların en azından bir kısmını öğrenmeni istiyorum.
-Tabi, dedi. Seni dinliyorum.
-Biliyorsun, bir şeyi öğretirken hazır bilgi vermek yerine; karşılıklı fikir alış, verişi yaparak öğrenmeni tercih ederim. Bir insan bu yolla öğrettiklerini kolay, kolay unutmaz.
-Tabi dedi. Nasıl istersen.
Gülümseyerek pembe avucunu tekrar öptüm.
-Bu gün beni çok şaşırttın dedim. Aptesi o kadar güzel aldın ki, benden de güzel aldığını söyleyebilirim.
Gülümsemeye çalıştı.
-Fakat nasıl olur? Aptes almayı ben senden öğrendim.
-Aptes alırken bana dikkatle bakıyordun, bu ara öğrenmiş olmalısın değil mi?
Birden; içini burkan, allak bullak eden korkusunu unutuverdi. Onu beğenen, takdir eden sözlerim gururunu okşamış, kendine olan güvenini bir kere daha kazanmasına neden olmuştu. Yüzü bir sevinçle aydınlanarak:
-Sadece aptesti değil diye heyecanla bağırdı. Namaz kılmasını da öğrendim. Tabi neler okunduğunu henüz bilmiyorum.
-Onları da zamanla öğrenirsin. Bunun için sana güzel bir kitap alırım. Boş zamanlarında okursun
İlgiye yüzüme bakarak:
-Acilen öğrenmem gerekenler olduğunu söylemiştin? Dedi.
-Evet dedim. Galiba sana her şeyden önce aptesten, daha doğrusu gusül aptesinden bahsetmem gerekiyor. Eğer gusül aptesini bilmezsen diğerlerinin hiç bir önemi kalmaz. Belki de boşuna çenemi yoruyorum. Gusül aptesini biliyor olmalısın.
-Evet, ama tam olarak değil. Şeyden sonra.... Yani.... Boylu boyunca yıkanıldığını biliyorum.
-Çok güzel. O zaman ben anlatayım, sende bilmediğin yönlerini öğrenmeye çalış. Tabi karşılıklı soru cevap şeklinde.
-Anladım dedi. Seni dinliyorum.
Ona gusül aptesini anlatmaya başladım. Dikkati bir bıçak kadar keskindi. Biraz rahatlamış görünüyordu. Hayz ve nifas konusuna gelince küçük yüzü renkten renge girdi. Fakat dikkati azalmadı, bilakis daha da arttı. Konunun önemini anlamış görünüyordu. İçindeki fırtınayı neden olan bazı soruların bir kısım cevaplarını bulmuş, biraz hafiflemiş gibiydi.
Yaşlı aygırın bakımları sırasında da sohbetimize devam ettik. Bakım için yardıma gelmek üzere arabadan inmeye yeltenince:
-Hayır dedim. Üzerin kirlenebilir.
Çocukça üsteledi.
-Sana yardım etmek istiyorum, kirletmemeye dikkat ederim.
-Hayır dedim. En azından at kokusu üzerine sinecektir. At gibi kokmanı istemiyorum. Şu andan sonra evli, genç ve güzel bir bayan olduğunu unutma.
Artık evli bir bayan olduğunu hatırlatmam sorumluluklarını da anımsatmış olmalı ki:
-Peki deyip, yerine çıkarak oturdu. Yüzü, ilk defa gördüğü ilginç bir şeye bakanlardaki ya da böyle bir yere girenlerdeki gibi önce biraz şaşkındı. Onu; evli, genç ve güzel bir bayan olarak niteleyip, öyle değer vermem muhakkak ki çok hoşuna gitmiş, gururunu okşamış, mutlu etmişti ama bu sözlerim aynı zamanda sorumluluklarını da hatırlatmıştı. Mutlulukla gülücükler saçıp dururken, birden yine o korkunun cehennemine yuvarlanıverdi.
Onu anlamaya çalıştım. Şüphesiz ki anlayış ve sevgi bu yaranın tek ilacıydı. Yol boyunca mutluluk ve sevincimi özellikle göstermeye gayret ettim. Bunun için fazla bir çaba harcamama gerek yoktu. Gerçekten mutluluktan uçuyordum. Fakat onun bu durgun ve üzgün görünüşü, her zaman olduğu gibi, anında beni etkilemiş, mutluluğuma gölge düşürmüştü.
Alışkım olmadığı halde sık, sık mutlu kahkahalar atıyor, küçük eşime iltifatlar yağdırıyor, zararsız küçük şakalar yaparak güldürmeye, onu düştüğü bu korkunun cehennemden çıkarmaya çalışıyordum.
Üzüntü gibi mutluluklarda bulaşıcıdır. Uzun sayılabilecek uğraşlar sonunda, nihayet yüzünü güldürmeye muvaffak olabildim. Yine o afacan küçük kız oluverdi. Yaptığım şakaları kahkahalarla gülüyor, karşılık vermeye çabalıyordu. İtişip kakışarak, kahkahalar atarak ilerliyorduk. Onun bu çocuk dünyasını ne kadar çok sevdiğimi düşündüm.
Ballıca’ya geldiğimizde akşam çoktan olmuş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Musa emmiyi; yolda, bizi endişeyle bekler bulduk.
Dizginleri çekerek arabayı durdurduktan sonra, yere atlayarak yanına koştum. Kırk yıldan beri ayrı kalmışız gibi; hasretle sarılıp, sarmaştık.
-Beyim! Geç kalınca merak ettim dedi.
-Haklısın, yolda biraz oyalanmak zorunda kaldık.
Küçük arkadaşımdaki değişikliği fark etmekte gecikmedi. Güzel yüzü sevinçle ışıldadı ve sorar gibi yüzüme baktı.
-Artık o benim küçük eşim oldu dedim. Buraya yerleşmeye karar verdik. En kısa zamanda da düğün yapacağım.
Sözlerimi tam duymamış, ya da inanamamış gibi, bir an yüzüme şaşkınlıkla baktı. Bir dakika önce sarılıp, sarmaştığımız halde tekrar atılıp, sevinçle sarıldı.
-Beyim, beyim! Öyle sevindim ki, Allah mesut etsin dedi. Düğün yapacağına göre; düğüne kadar, artık küçük hanım misafirimiz olur.
Sevincinde son derece samimiydi. Ölmüş babasını mezarından kalkıp gelmiş görse, ancak bu kadar sevinebilir diye düşündüm.
İkimizde arabaya bindik. Musa emmiyle küçük eşimin arasına oturdum.
Kınalıtepe ile Musa emminin evinin beline dayadığı tepe arasında, ancak tek araba geçebilecek kadar daracık bir geçit vardı. Yaşlı aygır; ortalık oldukça kararmış olmasına rağmen, büyük bir ustalıkla arabayı bu dar geçide sokup, ilerlemeye başlamıştı.
Bir kaç dakika sonra, Musa eminin evine giden iki tarafı servili yolun başında durdu.
Arabadaki eşyanın bir kısmını alarak, küçük eşimin elinden tuttum. Diğer eşyaları Musa emmi yüklenip, eve doğru yürüdük.
Musa emmi kendisi ve ailesi için aldıklarımı görünce:
-Ne gerek vardı bunlara beyim deyip durdu.
Küçük arkadaşımla nikâhlandığım haberi bir kaç saniye içinde bütün eve yayılmakta gecikmedi. Bu işe en çok sevinen tabi ki Hacer anaydı. Öz evlâdı gibi benimseyip, sevdiği küçük eşimden ayrılmasına gerek kalmayacaktı. İhtiyar kadının sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu.
Musa emminin söylediği bir kaç kelimeden sonra, Hacer ananın küçük eşimi elinden tutarak eve götürdüğünü gördüm. Bu; düğüne, gerdek gecesine kadar onu son görüşüm olacaktı.
Öncelikli olarak yaşlı aygırın bakımı yapılıp, yem torbası da boynuna takıldıktan sonra, yemeğe oturduk. Yemekten sonra; dışarıda, büyük çam ağacının altında kahvelerimizi höpürdetirken, Musa emmiye sordum.
-Acilen; satın alabileceğim, içinde bir ev bulunan mülk arıyorum dedim. Tabi ki size yakın olmalı. Böyle bir yer biliyor musun?
Biraz düşündükten sonra cevap verdi.
-Beyim! Böyle bir yer olduğunu ben bilmiyorum. Bunu en iyi muhtar bilir. Yarın erkenden Ballıca’ya gider, öğreniriz.
Tabi beyim, kaç tane istersin cevabını beklerken, ondan böyle bir yanıt gelmesi, beni tam bir hayal kırıklığına uğratmış, moralimi bozmuştu. Böyle bir cevap beklemiyordum. İstediğim cevabı muhtarın verebilecek oluşu bir parça içimi rahatlattı.
Yatsı namazımı kıldıktan sonra; Musa emmilerden ayrılıp, yalnız başıma Küçük Göl’e doğru yola çıktım. Küçük arkadaşımdan ilk defa ayrılıyordum. Musa emminin verdiği gemici fenerinin cılız ışığının aydınlattığı daracık keçiyolunda ilerlerken içim eziliyordu. Küçük eşimden ayrılalı ancak bir kaç saat olmuştu ama özlemi içimi yakmaya başlamıştı.
Uzun yıllar boyunca; dağda, bayırda pek çok geceyi yalnız geçirmiştim. Bir bakıma yalnızlığa, onun sancılı alevine alışkındım. Fakat bu başka bir şeydi. Özlemin körüklediği yalnızlığın acısını hiç böylesine hissetmemiştim. Bütün kanım vücudumdan çekilmiş, sırtıma binlerce ton yük vurulmuştu. Sanki yirmi yaş birden ihtiyarlamış gibiydim. Büyük bir isteksizlik, mecalsizlik içinde; ayaklarımı sürükleyerek, güçlükle yürüyordum. Hem sevinçten uçuyordum, hem de küçük eşimden ayrı kaldığım için de üzülüyordum. Bu iki karşıt duygu; ağzımda, pas kokulu acayip bir tat bırakıyordu.
Küçük Göl’e ancak gece yarısına doğru gelebildim. Göl tarafından esen hafif, tatlı bir rüzgâr; bebeğini uyutmaya çalışan müşfik bir anne, küçük eşimin salıncağını beşik gibi sallıyordu. Salıncağın altında buluna minik, şıpıdık terliklerini görünce, beynime bir hatıralar ordusu hücum etti. Her nereye bakarsam bakayım ondan bir şeyler görmeye, bir şeyler bulmaya başladım.
Bazen cansız varlıklarda canlıymış gibi bir kimlik, bir değer kazanırlar. Sanki onlara geçmişten, geçmişte kalmış güzelliklerden bir şeyler sinişmiş, bazı izler kazınmıştır.
Gözlerimin takıldığı en küçük ayrıntılarda ondan bir şeyler bulmaya başlamıştım. Bulduklarımda anılarımı körüklüyor, körüklenen anılarsa özlemi çoğaltıyordu. Özlemlerse acılarımı….
Salıncağın üzerindeki uyku tulumuna sinişmiş ten kokusunu büyük bir özlemle içime çekip, ağlamaya hazırlandım. Hangi güç, bu küçük kızı bu kadar sevmeme neden olmuştu? Beni ona kopmamacasına sıkı sıkıya bağlayan bağları hangi gizli el örmüştü? İçim, bağrım yanıyordu ama tabi ki yapacak başka bir şey yoktu. Tekrar kavuşuncaya kadar bu özlem ateşini dayanmak zorundaydım.
Sanki küçük eşim yatıyor da, görmek istermişim gibi, salıncağa yakın bir yere kalın keçeden alt yaygımı yayarak, uyku tulumuna girdim. Sık, sık uyanarak, küçük eşim oradaymış gibi nefes alış verişlerini duymak için kulak kabartıyor, duyamayınca üzüntüden kahroluyordum.
Son derece rahatsız geçen bir geceden sonra; erkenden uyanarak namazımı kılıp, çaydanlığı ateşe koydum. O an bu benim için hiçte gerekli değildi. Küçük eşim olmayınca her şey gibi bununda bir anlamı, bir tadı yoktu. Hiç bir şeyi canım çekip, istemiyordu. Sanki bütün hayat manasını yitirmişti. Onu anlamlandıran tek şey küçük eşimin varlığıydı. Yokluğuyla hayatımın bütün mânâsı da kaybolmuştu. Sadece onu deli gibi özlediğimi biliyordum. Galiba o an da bildiğim tek gerçekte buydu.
Çaydanlığa ateşe koymamın nedeni; acıktığımdan, ya da pek sevdiğim bir kaç bardak tavşankanı çay isteğimden değildi. Bunu, biraz sonra geleceğini umduğum Musa emmiye, o iyi insana bir ikramda bulunabilmek için yapıyordum.
Güneş doğu yönündeki tepelerin ardından yavaş, yavaş yükselmeye, bu sabah gurubu meftunlarının yüreklerini titretmeye başladığı zaman, Musa Emmi elinde bir çıkın olduğu halde ağaçların arasından çıktı. Her zaman olduğu gibi, güleç yüzü ışıl ışıldı. Sesini duyurabileceği kadar yaklaşınca selâm verdi. Selâmını aldıktan sonra, buyur ettim. Mutat olan sarılıp, sarmaşmadan sonra:
-Hoş geldin Musa emmi dedim. Gel, bir kaç bardak çay içelim, insan yalnız olunca boğazından bir şey geçmiyor.
Musa emmi kıkır, kıkır güldükten sonra:
-Hacer durumunu çok iyi anlamış olmalı ki, sabahın köründe beni buraya gönderdi dedi. Bir an önce gideyim diye de başımın etini yedi durdu.
Ben de ona gülümsedim.
-Hacer anadan Allah razı olsun. Gerçekten çok iyi, çok düşünceli bir insan. Halden anlıyor.
Musa Emminin ruhunda ölmez bir sevginin nuru yandı. O nurda; yüzünü, özellikle gözlerini aydınlattı.
Dalgınlığa benzeyen bir anlık duraklamadan sonra:
-Haklısın beyim dedi. Hacer bir tanedir. Dediğin gibi çok anlayışlı, çok düşüncelidir. Biliyor musun? Küçük hanımı öz kızı gibi benimsedi. Seni de damadı gibi görüp, toz kondurtmuyor.
-Bizde sizi ailemiz olarak görüyoruz, ailemiz gibi seviyoruz Musa emmi dedim. Allah nasip ederse burada, yanınızda kalmak istiyoruz.
-İnşallah beyim inşallah. Allah şüphesiz ki size yardım edecektir.
-İnşallah Musa emmi dedim. Allah’ın yardımı olmadan bir şey yapabilmemiz mümkün değil. O’nun yardımını umuyorum.
Küçük eşimi merak ediyor; sormak istiyordum ama, bir türlü dilim varmıyordu. Sanki Musa emmi öz babam, bende evlenmeye hazırlanan toy bir delikanlıydım. Bu toy delikanlılara özgü; babasına yavuklusundan bahsetmek, bin bir bohça içinde gizlediği sevilene özel, sırlı duygularını ona açmak zorun kalmanın arlı sıkıntısı içindeydim.
Bir şey arar gibi başımı sağa sola çevirip durmamdan; ya da tam sormaya hazırlanırken vazgeçivermemden, kekeleyip durmamdan durumu anlamakta gecikmedi.
-Küçük hanımı merak etme dedi. Küçük Hacer de onu pek seviyor. Gece, ille de ablamla yatacağım diye tutturdu. Gelirken ikisi aynı yatakta uyuyorlardı.
-Allah razı olsun Musa emmi dedim. Gerçekten bize hem annelik, hem babalık yapıyorsunuz.
Hacer ana, Musa emmiyle taze ekmek ve peynir göndermişti. Ağır, ağır; sohbet ederek kahvaltımızı yaptık.
Nihayet Musa emmi, artık gidelim diyemediğimi fark edince:
-Fazla geç kalmasak beyim dedi. Belki muhtar bir yerlere gider.
-Peki, Musa emmi. Hadi, kalkalım o zaman dedim.
Musa emminin evine uğramadan, doğruca kuzey yönüne, Ballıca’ya gittik. Daha önceki gidişimizde olduğu gibi, pencerelerden uzanan kafalarla sohbetler yaptık. Sokakta rastladığımız herkesle; sarılıp, sarmaşarak, ayaküstü uzun, uzun konuştuktan, sohbetler ettikten sonra muhtarın evine varmaya muvaffak olduk.
Muhtarın evi, Hakkı dayının evinin hemen karşısındaydı. Tek katlı, ahşap, minicik bir binaydı. Musa emmi; evin küçüklüğüyle tam bir tezat teşkil eden kocaman sokak kapısının pirinç tokmağını bir kaç kere vurup, bekledi. Beklediğimiz cevap kapıdan değil de, evin tek penceresinden geldi.
Evin küçük penceresinden, dünyalar güzeli ihtiyar bir kadın başı uzandı. İhtiyarlığın bir insana böylesine yakıştığını, güzelleştirdiğini ilk defa görüyordum. Buruş, buruş derin çiziklerle dolu minyon yüzü bir çocuk saflığındaydı. Bu buruşukluklar ve çizikler oldukça derin ve belirgindi ama tesadüfen oluşmuş gibi değillerdi. Çok güçlü bir sanatkâr, oldukça titiz bir çalışma sonunda; onları öylesine uyumlu yontup yerleştirmişti ki, genellikle başka insanlarda çirkinliğe sebep olup, mutsuzluğa neden olacakken, bu ihtiyar kadına anlatılamayacak kadar bir güzellik veriyordu.
Çiziklerin, buruşuklukların içinde kaybolup gitmiş gibi görünen göz çukurlarında, uzun kirpiklerin gölgelediği afacan, neşeli çocuk gözleri parlıyordu. Saf, tertemiz, biraz muzip bir ışığın parladığı bu çocuk gözleri, ihtiyar kadının güzelliğine bambaşka bir güzellik katıyordu.
Biraz yan taraftaydık. İyi görememiş olmalı ki:
-Musa oğlum! Sen misin? Diye sordu.
Musa emmi kendini göstererek:
-Benim Zehra teyze, muhtarı arıyorduk. Evde mi? Diye cevap verdi.
İhtiyar kadın:
-Hemen yakına, bir yere kadar gitti. Neredeyse gelir, siz içeri buyurun diyerek gözden kayboldu. Takunya tıkırtılarının ardından, kocaman sokak kapısı gıcırtılarla ardına kadar açıldı.
İhtiyar kadının güzel yüzü, samimi bir sevinçle aydınlamış olarak tekrar göründü.
-Hoş geldiniz, sefa getirdiniz çocuklar. Buyurun, buyurun dedi. Sesi kadife gibi yumuşacıktı. Yüzü gibi sesi de çok güzel diye düşündüm.
Taş döşeli kısa bir avludan geçerek, evin tek odasına girdik. Kapının tam karşısında; kenarları kanaviçeli, kar gibi beyaz bir örtü örtülmüş, duvar tarafındaki kenarına çiçek desenli iri yastıklar dayanmış alçak bir makat görünüyordu. Makat dışında bütün oda; minik, renk, renk çiçek desenli bir basmayla kaplanmış yer minderleri ve yine aynı desen ve renklerde duvarlara dayalı yastıklarla döşenmişti.
Oda kapısının sol köşesindeyse; sanki evin bir ferdiymiş gibi gururla oturan, kıştan kalma, iyice temizlenip parlatılmış, kocaman bir döküm sobası ışıl, ışıl parlıyordu. Oda da titiz bir temizliğin huzurlu atmosferi vardı.
Ev küçücüktü; bir odayla, odaya bitişik bir mutfaktan ibaretti. Tahta evlere özgü o reçineli kokuyu hemen fark ettim. İçeri girince kendimi bir çiçek bahçesindeymiş gibi hissettim.
Musa emmi teklifsizce gitti, beyaz örtülü divana oturup, bağdaş kurdu, ben de yanına oturdum.
Dünyalar güzeli ihtiyar kadın; tam karşımıza, ikimizi de rahatça görebileceği bir yere; bir çiçek bahçesinde, çiçekler arasına oturmuş gibi diz çöküp, meraklı bakışlarını üzerime dikti.
-Bey oğlumuz, nasılsın bakalım? Diye sordu.
-Teşekkür ederim. Allah razı olsun, hamdolsun iyiyim dedim. Ya siz nasılsınız?
-Elhamdülillah! Ben de iyiyim oğul dedi.
Güzel yüzünü Musa emmiye çevirerek:
-Ya sen nasılsın Musa? Diye sordu.
-Elhamdülillah, ben de iyiyim teyze dedi. Sen nasılsın bakalım?
Çabuk, çabuk:
-Ben de iyiyim Musa, ben de iyiyim dedi. Sonra afacan çocuk gözlerini merakla üzerime dikti.
-Bey oğlumuzu tanıyamadım?
Musa emmi:
-Hani anlatmıştım ya. Biz de misafir kalıyor. Evlenip, buraya yerleşecek dedi.
-Oh, oh ne güzel! Allah mesut etsin bey oğlum.
İhtiyar kadın öyle çocuksu, öyle güzeldi ki; kucaklayıp, çocuk sever gibi sevip, okşamak için içimde dayanılmaz bir arzu duyuyordum. Ona karşı sevgiyle dolup, taşarak:
-Allah razı olsun Zehra teyze dedim.
Gözlerini önce Musa emmiye, sonra bana getirip, götürerek:
-Eee! Size bir kahve yapayım mı? Diye sordu.
Musa emmi yine teklifsiz cevap verdi.
-Benimki orta olsun.
-Benimki de zahmet olmazsa orta olsun, dedim.
-Zahmet ne demek oğlum diyerek, genç kız gibi çevik bir hareketle yerinden fırlayıp, mutfakta kayboldu. Biraz sonra pişen bol köpüklü kahvenin hoş kokusu bütün odayı doldurmuştu.
İhtiyar kadın, bir kaç dakika sonra mutfak kapısında göründü; genç kız diriliğiyle, canlı adımlarla, elinde fincanlar bulunan bir tepsi olduğu halde gelip, kahveleri ikram etti. Kahvelerimizi karşılıklı höpürdetirken; kocaman sokak kapısının gıcırtılarla açıldığını, bir ata ait nalların taş döşeli küçük avluda çıkardığı tıkırtılı sesleri duyduk. Sonra buna; küçük zil sesleri, çıkarılan koşumun hışırtıları takip etti.
İhtiyar kadın muhakkak ki sesleri duymuş olmalıydı ama yerinden kıpırdamadan, kahvelerimizi bitirmemizi bekledi. Boşları topladıktan sonra, bir çocuk çevikliğiyle kapıya koşup:
-Muhtar! Oyalanma! Misafirimiz var diye bağırdı.
Bir kaç dakika sonra kapıda; kısa boylu, ak setreli, kara şalvarlı, boğum boğum kuşaklı, zayıf, ihtiyar bir adam belirdi. Başında rengi atmış bir poşu vardı. Sağ ayağı sakat olmalı ki topallıyor, tutamak yeri yağlanıp, parıldayan kısa bir bastonun yardımıyla güçlükle yürüyordu. Tıraşlı esmer yüzü; çok çile çekmiş insanlara özel acı bir ifadeyle buruşmuş, derin çiziklerle doluydu. Bu derin çizikler, zayıf yüzünü bir haritaya benzetmişti.
Gür, aklaşmaya yüz tutmuş kaşları neredeyse bütün göz çukurlarını örtüyordu. Bir parça derin göz çukurlarındaysa; kaşlarının arasından biraz mahzun, biraz merak, daha çok sevgiyle yumuşacık bakan gözleri ışılıyordu. Biraz büyükçe burnunun hemen altında; içtiği tütünle sararmış pos bıyıkları sarkıyordu. Küçük, biçimli ağzı; samimi bir gülümsemeyle hafifçe aralanmıştı.
Bizi görünce bütün içtenliğiyle seslendi:
-Hoş geldiniz, hoş geldiniz.
Âdet olduğu veçhile; uzun, uzun sarılıp, sarmaştıktan sonra, sakat ayağını güçlükle kıvırarak, çiçek desenli minderlerden birine oturdu.
Karşılıklı hal, hatır sorduktan sonra:
-Eee! Musa yeğenim hayrola? Diye sordu.
-Hayırdır muhtar. Beyimiz daha önce bahsettiğim misafirimdir. Evlenip, buraya yerleşmeye karar vermiş bulunuyor. İçinde evi olan, satın alabileceğimiz bir mülk arıyoruz dedi.
Muhtar, gülen gözlerini gözlerime dikip:
-Çok memnun oldum beyim dedi, Allah mesut etsin.
-Allah razı olsun muhtar emmi dedim.
Muhtarın; tamam, şurada bir tane var, gidip bakalım demesini bekliyordum.
Muhtar, biraz düşündükten sonra:
-Bildiğim kadarıyla buralarda satılık mülk yok dedi. Belki Horozlu’da, ya da Aktepe’de vardır. Haber gönderip, sorduralım isterseniz.
Muhtarın cevabı moralimin bir kere daha bozulmasına neden olmuştu. Ev işini kolayca halledebileceğimi zannediyordum. Musa emmi; moralimin bozulduğunu hissetmiş olmalı ki, elini elimin üzerine koyup, hafifçe sıktı. Ne yapacaktım? Zamanım gitgide daralıyordu. Küçük eşime, emniyetle kalabileceği bir yer bulmak zorundaydım.
Muhtarın gözleri bir yerlere dalıp, gitti. Uzun, uzun bıyıklarını burdu. Bir müddet düşündükten sonra, gözlerini bana çevirip, şunları söyledi.
-Esasında bir yer, hatta iki yer var dedi. Üç sene önce kaymakam bey geldiğinde, iki bozuk orman sahasını isteyene verebileceğimi söylemişti. O zamandır, bu zamandır taliplisi çıkmadı. Bilmem işinize yarar mı?
O kadar güç durumdaydım ki, hiç düşünmeden cevap verdim.
-Size zahmet olacak ama, o yerleri göstersen muhtar emmi? Gidip görmede yarar var.
-Tabi olur. Yalnız bana bir kaç dakika izin verin. Malum……..
Malum derken sakatlığını kastediyordu. İçim sızladı.
Yerime Musa emmi cevap verdi.
-Merak etme muhtar, beygirini hazırlayana kadar dışarıda bekleriz.
Dünyalar güzeli ihtiyar kadın atılmakta gecikmedi.
-Niye dışarıda bekleyeceksiniz ki Musa oğlum? Muhtar atını hazırlayana kadar pekâlâ burada oturabilirsiniz.
İhtiyar kadının elinden kurtulamayacağını bilen Musa emmi, sesini çıkarmadı.
Muhtar, Musa emminin yardımıyla güçlükle oturduğu yerden kalktı. Kısa bastonunu dayanarak; sendeleye, sendeleye yürüyüp, dışarı çıktı. Sakat bir insana zahmet verdiğim için rahatsızlık duydum.
Biraz sonra; küçük, taş döşeli avludan, nalların taşlara vurmasından hâsıl olan çın çınlı seslerle, koşum şıkırtıları, hışırtıları gelmeye başladı. On dakika sonra; her şey hazır olmalı ki, muhtarın sesi duyuldu.
-Musa! Ben hazırım.
Muhtar; kemikleri çıkmış, ayakta güçlükle duran, zayıf, çelimsiz doru bir atın üzerinde oturuyordu. Onun atta, bizimse yaya yürüyeceğimizi bilmeden gelen bir eziklik, bir utançla gözlerini bizden saklamaya çalışıyordu. Bu iyi insan, sakat olmasına rağmen; bu durumdan rahatsızlık duyuyor, bundan utanıyordu. Ne büyük bir asalet… Bu ihtiyar adama karşıda, içim sevgiyle dolup, taşıverdi.
Geldiğimiz yoldan gerisi geriye yürümeye başladık. On beş dakika sonra muhtar atını durdurdu. Baston tutan elini bastonuyla beraber uzatarak, yirmi metre kadar ilerimizde uzanan oldukça geniş bir kayranı gösterdi.
-İşte beyim dedi. Bozuk orman sahasının birisi burasıdır. Bilmem işine yarar mı?
Yoldan tıpkı bir duvar gibi yekpare kocaman bir kaya bloğuyla ayrılan, hafif meyilli bu arazi tamamen kayalıktı. Topraktan çıkmış urlar gibi irili ufaklı bu kayalar bulunduğumuz yerden görünüyor, aşağıya doğru, takriben üç yüz metre kadar uzayıp, gidiyordu. Bazı yerlerindeki çatlaklardan, deliklerden çıkmış bir kaç tutam cılız ottan başka yeşillik görünmüyordu. İmgelerimdeki yere hiç benzemediği kesindi. Yine bir kere daha büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.
Yine bir ümitle muhtar emmiye sordum.
-İki arazi olduğunu söylemiştiniz. Diğeri nerede?
Muhtar emmi, yine bastonlu elini bastonuyla beraber uzatıp, beş yüz metre kadar ilerde, kıraç bir tepeyi gösterdi.
-Şu kıraç tepeyi görüyor musun? Diğer arazide orasıdır. Hangisini istersen, verebiliriz.
Diğer araziyi de görmek istiyordum. Fakat muhtar emminin ayakta güçlükle duran zayıf atının, oraya gitmesi çok zor, hatta olanaksız gibiydi. Üstelik yaşlı adam; kendisinin atta, bizimse yaya oluşumuz yüzünden neredeyse utançtan yerin dibine girecekti.
-Peki, muhtar emmi dedim. Allah arazı olsun, bizi buraya kadar getirdin. Gösterdiğin diğer araziyi kendimiz gidip, görebiliriz. Sen zahmet etmesen? Belki de seni arayan olur. Bir karar verirsek seni yine arayıp, bulabiliriz.
Muhtar emmi, minnetle yüzüme baktı.
-Haklısın bey oğlum dedi. Oraya kadar gelmeme gerek yok. Dediğin gibi belki arayan olur. Musa emmiye bakarak devam etti.
-Gitsem gücenmezsin değil mi Musa?
-Niye güceneyim muhtar? Bizi buraya kadar getirdin ya, Allah senden razı olsun. Beyimin dediği gibi, bir karar verirsek seni arar, buluruz.
-Peki! Ben evdeyim deyip, sıska atın başını Ballıca’ya çevirdi. Ağaçlar arasından kayboluncaya kadar gözlerimizle takip ettik.
Musa emmi üzüntülüydü. Yüzünü bana çevirip, gözlerini gözlerime dikti.
-Zavallı dedi. Eskiden hiç böyle değildi. Kazadan sonra hayata küsüverdi.
-Kaza mı? Sakatlığının nedeni kaza mı?
-Kaza ya. Zehra teyze hakiki teyzem olur, muhtar da eniştem. Eskiden güçlü kuvvetli, çok neşeli bir insandı. Teyzemi çok seviyor olmalı ki gurbete gitmek istemedi. Burada, ormanda çalışmaya başladı. Sonra o kaza... İki ayağı birden kırılmıştı. Kırıkçı, çıkıkçılara götürdük, fakat gördüğün gibi bir ayağı sakat kaldı.
-Doktora götürmediniz mi? Keşke doktora götürseydiniz.
-Götürmez olur muyuz hiç beyim, götürmez olur muyuz? Hem kaç kere götürdük. Üç kere de ameliyat ettiler, fakat yine de ayağını düzeltemediler. Takdir-i İlâhi böyleymiş.
-Evet, dedim. Kaderi böyleyse elden ne gelir.
Muhtar emminin gösterdiği birinci araziyi ileri, geri gezinerek inceledik. Baştan sona; irili ufaklı kaya bloklarından oluşuyor, iki yüz ya da üç yüz metre kadar aşağıya iniyor, Küçük Göl’e doğru uzanan ormana gelip, dayanıyordu.
Durum ümitsiz görünüyordu. Bir müddet; kayalıklara tünemiş kocaman iki kuş gibi, yolla arazi arasında bulunan kaya bloğunun üzerine oturup; kara, kara düşündük. Düşünmenin, geçinmeye faydası yoktu.
Derin bir iç geçirdikten sonra, sonuçtan ümitsiz:
-Hadi Musa emmi, bir de şu karşıdaki araziyi görelim dedim.
Musa emmi de benimle aynı duygular içindeydi. İsteksiz, isteksiz:
-Peki beyim, nasıl istersen dedi.
Beş yüz metre ilerideki araziye ulaşmamız oldukça güç oldu. Yolu olmadığı için; çukurlara girip çıkmak, dikenli çalılıklar arasından geçmek zorunda kaldık.
İkinci arazi; piramitler gibi, kocaman kaya bloklarının üst üste yığılmasından oluşmuş, kıraç bir tepeydi. Yer, yer dikenli çalılarla kaplanmıştı. Tepenin zirvesi, bir kaç yüz metre kareyi geçmeyen düzlük, yine dikenli çalılarla kaplıydı.
Tam bir hayal kırıklığı içinde geriye döndük. Eski oturduğumuz yere gelip tekrar tünedik. Moralim iyice bozulmuştu. Şaşkın, ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Musa emmi, o iyi insanda bunun farkındaydı. Elimi, nasırlı elleri arasına alıp, teselli etmeye çalıştı.
-Üzülme beyim dedi. Allah büyüktür, yuva kuranla, ev yapana yardım eder. Sen ikisini de yapıyorsun.
Üzüntüyle başımı sallayıp:
-Fazla vaktim yok Musa emmi dedim. Bir an önce ev bulup, düğünü yapmak zorundayım.
Ellerimi daha sevecen, daha candan sıktı.
-Bizim ev ne güne duruyor beyim dedi. Bir odasını boşaltır, size veririz. Ondan sonrası da Allah kerim.
-Teşekkür ederim, Allah razı olsun ama bunu kabul edemem. Ailen kalabalık, zaten güçlükle sığıyorsun.
-Ne olacak beyim, belki biraz sıkışırız ama idare ederiz.
-Hayır Musa emmi, bunu kabul edemem.
Kaya bloğunun üzerine oturmuş; kara, kara ne yapacağımızı düşünmeye başladık.
Hangi yönden geldiği belli olmayan oldukça güçlü ve oynak bir rüzgâr, oldukça uzamış saçlarımı karıştırıyordu. Bu rüzgâr dikkatimi çekmişti.
-Musa emmi! Burası böyle devamlı eser mi?
-Evet! Burası yaz, kış hep böyle, devamlı eser. Burası bir boğazdır.
Rüzgârın yönünü kestirmeye çalıştım ama başaramadım.
-Tek yönden değil de, her yönden eser gibi. Kışın mutlaka daha güçleniyor olmalı.
-Tabi bir parça daha güçleniyor ama fazla değil.
Başımız iki avucumuz arasında, yine kara, kara düşünmeye devam ettik. Durum ümitsiz görünüyordu.
Musa emminin yüzü sevinçle, birden ışıladı.
-Galiba ben bir çare buldum beyim dedi.
-Çare mi? Ama nasıl?
Nasırlı elleriyle, ellerimi bir parça daha sıktı. Yüzü sevinçle parlıyordu.
-Hani sana anlatmıştım ya. Bir bahçemiz var demiştim.
-Evet, demiştin Musa emmi.
-Orası bizden biraz uzakçadır. Çoluk, çocuk gittiğimizde; yağmur da, yaş da içine girip, barınabilsinler diye küçük bir baraka yapmıştım. Küçük bir yer ama, olsun. Zaten siz iki kişi olacaksınız. Ev işini halledinceye kadar, pekâlâ düğünü yapıp, orada kalabilirsiniz. En azından düğün işini aradan çıkarmış olursun.
Teklif teklifti. En azından minicik bir ümit... Orayı görmekle ne kaybedebilirdim?
İçimi çekerek:
-Peki Musa emmi dedim. Dediğin yere gidip, görelim.
Araziyi boydan boya kat edip, aşağı indik. Küçük Göl’e uğramadan, doğuya dönüp, Akçay’ı takip ettik. Tahta bir köprüden geçip, ulu ağaçların bulunduğu bir kaç tepeyi aştık.
Musa emmi yüzüme bakarak:
-Tamam beyim, neredeyse geldik dedi.
-Sizin evle burası ne kadar sürüyor?
-Yalnız gelirsem iki saat, çocuklarla gelirsem iki buçuk saat.
Baraka, küçük bir bahçenin hemen kenarındaydı. Tamamen tahtadan yapılmıştı. Küçük bir kapısı, kapının sağ tarafında da küçük bir penceresi vardı. Pencere olmasa büyücek bir tuvalete, ya da bir depoya benzeyecekti.
Tabanı topraktı. Damı çökmüş, kiremitleri göçmüştü. Akan sular ıslatmış olmalı ki, kapısını açınca yoğun bir rutubet, çürümüş tahta kokusu yüzümüze çarptı.
Barakanın sol tarafında, biraz uzağında; kenarı taşla örülüp, yarım metre kadar da çıkıntı yapılmış, üzerinde bir çıkrıkla, oyulmuş iki su kabağı asılı bulunan bir kuyu vardı. Yanına gelip, eğilerek içini, suyu görmeye çalıştım. Musa emmi oralarda bir yerlerden, eski bir tahta kova bulup, getirdi. Çıkrığa dolanmış ipin ucuna bağlayarak sarkıttı; tertemiz, hoş içimli suyla doldurup, çıkardı.
-Merak etme beyim dedi. Su çok temiz ve içimlidir.
Barakanın sağ tarafında, bahçenin diğer ucundaysa, neredeyse yıkılmak üzere olan bir tuvalet görünüyordu.
Tekrar barakaya döndük.
Moralimin bozulduğunu fark eden Musa emmi:
-Biraz bakımsız ama, pekâlâ biraz tamirle oturulabilir bir hale gelir beyim dedi. Merak etme sen.
Karar vermekte gecikmedim, zaten başka çare yok görünüyordu. Musa emmiye dönerek:
-Keresteye ihtiyacımız olacak, ayrıca dam için de kiremitlere. Nereden bulacağız? Diye sordum.
-Kiremit biz de var. Her zaman lazım olduğu için devamlı bulundururum. Çimentoda var. Keresteye gelince; Horozlu yolu üzerinde bir bıçkı atölyesi var, oradan alabiliriz.
-Peki! Zannederim başka çare yok. Gördüğüm kadarıyla banyo yeri yok. Bir de banyo yeri yapmamız gerek.
Musa emmi, pencere olmayan sol köşeyi gösterip:
-Şuraya tahta perdeyle kapattık mı güzel bir banyo olur. Taş döşeyip, çimento dökeriz; kullanılmış suyun akıp, gideceği bir de delik açtık mı tamam demektir.
-Açılacak bir çukura boruyla götürmek zannederim daha iyi olur.
-Tabi niye olmasın? Elimizde boru yok ama, nasıl olsa şehre gidip, gelmemiz eksik olmayacak, oradan alırım.
-Peki Musa emmi dedim. Ne ihtiyacımız varsa güzelce tespit edelim. Yarında gelir tamire başlarız. Ev işini şimdilik hallettiğimize göre, artık düğünü de düşünsek iyi olacak.
-Bana kalırsa fazla eşya alma, hatta hiç alma. Alacağın karyola buraya sığmaz. Sana tahtadan bir karyola çakarım. Bir yorgan, bir döşek, bir kaç kap kacak size şimdilik yetecektir. Eşyanı yeni evine alırsın.
Musa emmi doğru söylüyordu. Henüz nasıl olduğu konusunda bir fikrimin olmadığı bir eve eşyalar almam doğru olmayacaktı.
İhtiyacımız olan malzemeleri tespit ederek bir kâğıda yazdım.
Musa emmi yüzüme merakla bakarak:
-Ev işini hallettin sayılır. Düğünü ne zaman yapmayı düşünüyorsun? Diye sordu.
-En kısa zamanda Musa emmi dedim. Uzak, yakın ayırt etmeden, civardaki herkesi davet etmek istiyorum. Yemekli ve mevlitli bir düğün yapmayı düşünüyorum.
Musa emmi şaşırarak:
-Yemekli mi? Fakat bu biraz zor hatta zamansız olmayacak mı? Diye sordu.
-Haklısın ama küçük eşimle evlendiğimi herkesin bilmesini istiyorum. Ayrıca nikâhımı da tazeleyeceğim.
Musa emmi kıs, kıs gülerek cevap verdi.
-Çifte dikiş ha. Tabi, çifte dikiş sağlam olur.
Güleç yüzüne sevgiyle baktım.
-Biliyorsun, artık siz bizim; annemiz, babamız, akrabamız.. Her şeyimiz oldunuz. Bizi yardımsız bırakmayacağınızı umuyorum. Yardım etmezseniz bütün bunları başarmamız mümkün değil.
Sevgi dolu bakışlarımı aynen karşılık verdi.
-Merak etme beyim dedi. Elimizden gelen her şeyi yaparız. Hem biliyor musun? Hacer, gerçek kız anası gibi heyecanlı. Onu, uzun senelerden beri böylesine mutlu, böylesine sevinçli görmemiştim. Bir bakıma bizim size minnet borcumuz var.
-Allah razı olsun Musa emmi dedim. Düğünle ilgili işleri siz takip ederseniz memnun olurum. Gördüğün gibi hayli meşgul olacağım. Gerektiği gibi ilgilenebileceğimi sanmıyorum.
-Merak etme beyim. Hacer bu tür işleri iyi yapar, her şeyi düşünür. Kaç günden beri de işaret bekleyip, duruyor.
-Beklediği işareti verdim Musa emmi. Hemen faaliyete geçebilir. Dediğim gibi yemek ve mevlit..... Masraftan kaçınmayalım. Kaç tane koç kesmemiz gerekiyorsa, o kadar kesersiniz.
-Davul, zurna da istiyor musun?
-Elbette! Gelenek ve göreneklerimize göre her ne gerekiyorsa aynen uygulamanızı istiyorum. Öğleye kadar davul çalınıp; öğleden sonra mevlit okutur, akşama doğruda nikâh kıydırırız.
-Çok iyi düşünmüşsün beyim. Zannederim düğünün çok güzel olacak.
-Öyle umarım.
Öğle namazımızı kılıp, ayrıldık. Küçük Göl yakınlarına geldiğimizde ikindi yaklaşmıştı.
Musa emmi elimi tutarak:
-Hadi gel bize gidelim, burada yalnız ne yapacaksın?
-Hayır dedim. Şu arsaları tekrar gözden geçirmek istiyorum.
Karar verdiğimde artık kolay, kolay vazgeçmediğimi öğrenmişti. Bu yüzden ısrar etmedi.
-Peki beyim, sen bilirsin. Yarın erkenden Küheylân’ı arabaya koşar, gelirim.
-Tamam Musa emmi, nasip olursa yarın görüşürüz.
-İnşallah beyim.
Musa emmi Kınalıtepe’ye doğru giderken; ben de kuzeye, Ballıca yönüne doğru gittim. Yarım saat sona muhtar emminin gösterdiği arsalara ulaşmıştım.
Gelirken yolda düşünüp, durmuştum. İki arsa arasında açık bir fark vardı. Bu farkta tercih sebebimi büyük ölçüde etkiliyordu. Birinci arsanın yola yakın oluşu, diğer arsanın yolunun olmayışı, tercihimi birinci arsa yönünde olmasını büyük ölçüde etkiledi. İkinci arsayı düşünmeden; bütün dikkatimi birinci arsa üzerine yoğunlaştıracak, bir karar vermeye çalışacaktım.
Önce; enine, boyuna bir kaç kere dolaştım. Donup kalmış kocaman dalgalara benzeyen çıkıntılarla, arsanın düz sathını bozan, altı büyük kaya bloğundan ve sağa sola serpilmiş pek çok kayalardan oluşuyordu. Güney yönü tamamen açıktı. Uzaklarda, yeşillikler arasında Küçük Göl pırıl, pırıl parlıyordu. Güney doğu tarafında, beş yüz metre kadar ilerisinde, ikinci arsanın olduğu kıraç tepe görünüyordu. Kuzey yönümüzde; on, on beş metre kadar ilerimizde toprak yol vardı. Toprak yolla aramıza bir duvar gibi gerilen kaya bloğunun orta yerlerinde; içeriye doğru güdük bir burun gibi duran, bir kaç metre yüksekliğinde kocaman bir kaya parçası vardı. Bu kaya parçasının üzerine çıkarak, önümde uzanan güzel manzarayı zevkle seyre daldım. Tam oraya, kayanın bulunduğu yere yapılacak bir evin manzarası gerçekten enfes olacaktı. Manzarası enfes olsa bile, önünde ekilip, dikilebileceği bir bahçesi olmayan bir ev ne kadar güzel olabilirdi? Böyle bir yerde bahçesiz bir evi düşünmek bile istemiyordum.
Büyük, devâsa kaya bloklarının dalga, dalga çıkıntıları manzaramı bir parça bozuyor, arsanın en uç kısmını görmeme engel oluyordu. Önümde uzanıp giden kayalık arsa yerine; gönlümce işleyebileceğim, verimli toprakları olan bir bahçenin olmasını ne kadar isterdim.
Bu isteğimin; bulunduğum gerçek duruma göre, ne kadar saçma olduğunu hemen anladım. Burası istediğim gibi mümbit topraklı bir yer olsaydı; şüphesiz ki, ağaçlarla, çiçeklerle dolu olacak, bu nedenle de diğer yerler gibi sahip olma şansım bulunmayacaktı. Buraya bana sahip olma şansını veren, bu arsanın bir kaç tutam otun güçlükle yetiştiği kayalık, çıplak ve çorak bir yer olmasıydı. Sahip olduktan sonra düşündüğüm, hayalimdeki yer haline getirebilirsem, o zaman gerçekten buraya sahip olma hakkım doğabilecekti.
Birden beynimde şimşekler çaktı. Evet, setler, teraslar. Niçin olmasın? Gözlerimin önüne; basamak, basamak doldurulup, teraslanmış; ağaçların yeşiliyle, çiçeklerin bin bir renginin kaynaştığı güzel bir bahçe canlanıverdi.
Heyecanla bulunduğum kayanın üzerinde doğruldum. Gözlerim tatlı bir meyille aşağılara doğru uzayıp giden arsa üzerindeydi. Sanki oraya takılı kalmıştı. Sanki basamak, basamak inen ağaçlarla, çiçeklerle dolu bir bahçenin gönlümdeki hayali ortaya çıkmış, bir parça daha netleşmişti ve ben ona bakıyordum.
Evet, niye olmasın, niçin olmasın? Gönlüm birden bu arsaya ısınıverdi.
Kalbim heyecanla atıyordu. Takriben üç yüz metre kadar olduğunu tahmin ettiğim arsayı; enine, duvarlarla bölüp, doldurursam, hayalimdeki bahçeyi pekâlâ yapabilirdim. Gerekli toprağı da fazla uzakta olmayan Ak- çay’ın; sağdan, soldan sürükleyip getirdiği, sonra da bir yerlere yığdığı topraklarla sağlayabilirdim. Bunun çok ama çok zor bir iş olduğunun farkındaydım. Adeta iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi. Fakat insan istedikten sonra, azimle çalışarak neler yapamazdı ki.
O an moralim bozuk ve isteksiz olduğumdan muhtar emmiden arsanın miktarını sormayı unutmuştum. Ballıca’ya kadar giderek öğrenebilirdim ama; o an, o kadar heyecanlıydım ki, bunu yapacak kadar sabrım yoktu. Kesin olmasa bile adımlarımla ölçerek en azından arsanın miktarı konusunda bir fikre sahip olabileceğimi düşündüm.
Arsa, ileri doğru gittikçe genişleyen bir yamuğa benziyordu. Ortalarında bir yere gelerek enini adımladım. 182 adım geldi. Adımlarım yaklaşık 55, 60 santim kadar kabul ederek, eninin yüz metre kadar olduğunu tahmin ettim.
Arsayı, yoldan ayıran kayanın yanına gelerek boyunu da adımladım. 420 adım yani boyu da aşağı, yukarı 250 metre kadar olmalıydı. Bu hesapça yüz ölçümünün 15-16 dönüm kadar olduğunu tahmin etmem güç olmadı. Bu miktarsa hiç de fena değildi.
Yapmayı düşündüğüm ev için en uygun yerin, güdük bir burun gibi arsanın üst ucunun ortalarında yükselen kayanın bulunduğu yer olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bu kocaman kaya, yapacağım ev için bir engel teşkil ediyordu ama bir kaç güçlü işçinin; bir kaç günlük, balyozlarla, çelik çivi ya da keskilerle yapacakları çalışmayla pekâlâ ortadan kaldırılabilirdi....Neden olmasın?
Yönümü güneye çevirerek; uzun, uzun önümde uzanan muhteşem manzarayı seyrettim. Buraya yapılacak bir ev, bu muhteşem manzaranın da sahibi olacaktı. Beyaz renkli küçük bir ev... İçim sıcacık duygularla doldu.
Birden; dereyi görmeden, paçayı sıvadığımı ayrımsadım. Hülyalarla geçirecek vaktim yoktu. Gerçekçi olmak zorundaydım. Evimi yapmayı düşündüğüm yerin, ev yapımına uygun olup, olmadığını bile henüz bilmiyordum.
Kayanın etrafını dolaşarak zemini dikkatle tetkik ettim. Güdük bir burun gibi arsanın içinde duran kocaman kayayı kaldırabilirsem, yaklaşık yüz elli metre kare kadar olduğunu tahmin ettiğim; kocaman, yekpare bir kaya bloğu ortaya çıkacaktı ki, bu da bir ev için son derece ideal, sağlam bir zemin demekti. Büyüklüğü de yetip, artıyordu.
Şiddeti değil de; yönü değişen oldukça güçlü bir rüzgâr, saçlarımı karıştırıyordu. Musa emmi bu rüzgârın yaz, kış durmadan esip, durduğunu söylemişti. Bu da buraya yapılacak ahşap evin bir ucundan girip, diğer ucunda çıkması demekti ki; devamlı kalacak küçük eşim için, hiç de iyi bir şey değildi. Kışın çok sert geçtiğini de düşünürsek, bunun ne kadar önemli olduğu açıktı.
Buraya bir ev yapacaksam; her şeyden önce sağlam ve emniyetli olmalıydı. Yani betonarme, kalın duvarlı, sağlam bir ev. İşimi oldukça uzatacaktı ama küçük eşim için en iyisini yapmak zorundaydım. Onun için her türlü özveriye hazırdım.
Yapacağım evin ne tür olması gerektiğini düşünüp, dururken; en önemli, hatta en hayati bir konuyu atladığımı, unutuverdiğimi ayrımsayarak, tekrar derin bir hayal kırıklığına uğramakta gecikmedim. Evet; en önemli meseleyi, su meselesini unutuvermiştim. Bir ev ne kadar güzel olursa olsun, içinde yeterli suyu olmazsa ne işe yarardı?
Su konusunu önceleri fazla önem vermemiştim. Her yanı ormanlarla dolu, her yerinden su ve hayat fışkıran bu yerlerde, su sorunuyla karşılaşacağımı tahmin etmiyordum. Hemen, bir kaç metre ilerim de bir kaynak bulacağımı zannediyordum. Fakat; etrafa şöyle bir dolaşınca, bu meselenin zannettiğim gibi basit olmadığını fark etmekte gecikmedim.
Evimi yapmayı düşündüğüm büyük kayayı merkez alarak, üç yüz metre çapında bir daire çizip su aradığım halde, istediğim gibi bir kaynak bulamadım. Bir kere daha moralim bozulmuştu.
Büyük kayanın dibine gelerek oturup; kara, kara düşünmeye başladım. Her yerinden su fışkıran bu yerde su bulamamak; doğrusu hem hayretime, hem de gücüme gidiyordu.
Önce bir kuyu kazdırmayı düşündüm. Genç ve sert kayaları kırmak kolay değildi, ayrıca bulunduğum yer tatlı bir eğimle Küçük Göl’e kadar uzanıyordu. Bu da, su bulabilmek için metrelerce kazmak gerektiğini gösteriyordu. Bunun için, ne imkânım ne de zamanım vardı.
O halde ne yapacaktım? Buradan vaz mı geçecektim? Etrafa satılık mülk aradığımı ilan etmemize rağmen, henüz bir netice çıkmamıştı. Büyük olasılıkla da çıkmayacaktı. Zaman hızla geçip, gidiyordu. Şu bir ay içinde küçük eşime, emniyetli bir yer bulup, oturtmak zorundaydım.
Kara, kara düşünürken, sondajla su çıkartabileceğim fikri o zaman aklıma geldi. Motor gücüyle çevrilen çelik bir delgeç, pekâlâ bu genç ve sert kayaları delebilirdi. Evin yanında gür bir su, çok ama çok ideal olacaktı. Bu meselesini halledebilirsem evimi buraya yapma kararını almam gecikmedi. Her şeyden önce sondaj yaptırabileceğim bir sondajcı bulmam gerekiyordu. Bunun içinde, her derdime derman olan Musa emmiyle görüşmem, ondan yardım istemem şarttı.
Daha fazla oyalanmadan Musa emmilere doğru yollandım. Servili yola geldiğimde; küçük, sarı bir kuşun; kendini paralayacak bir kedi görmüş gibi kaçıp, kaybolduğunu ayrımsadım. İçim tatlı bir heyecanla doluverdi. Onu bir kere daha nasıl özlediğimi hatırladım. Ona olan özlemimin bir parça küllenen koru, canlanıp içimi bir kere daha yakmaya başladı.
Niye benden kaçıyordu? Beni özlemedi mi? Bense onun için ölüyordum.
Beni Hacer ana karşıladı. Buruş, buruş çizgilerle dolu yüzündeki çukurlarında genç kız gözleri, iri birer elmas gibi ışıl ışıldı. Onu böyle mutlu, böyle aydınlık görmemiştim. Kızını gelin etmeye hazırlanan bir ananın sevinciyle dolup, taşıyor gibiydi.
Gözbebekleriyle gülerek:
-Hoş geldin bey oğlum dedi.
-Hoş bulduk Hacer ana dedim. Görmeyeli nasılsın bakalım?
-İyiyim Elhamdülillah dedi. Ya sen nasılsın oğlum?
-Ben de iyiyim çok şükür dedim. Musa emmiyi aramıştım?
-Odun için gitmişti, lazımsa hemen buldurayım?
-Çok iyi olur dedim. Onunla çok önemli bir konuyu görüşmem gerek.
Tabi Musa emmiyi bulup, getirme işi küçük Cafer’e verildi.
Çocuğun:
-Tamam ana diye bağırarak fırlayıp, gözden kaybolması bir oldu.
Gözlerim sarı kuşumu arayıp duruyordu ama; o beni hiç acımıyor, saçının telini dahi göstermiyordu.
Hacer ana bir ara içeri girip, çıktı. Getirdiği bol köpüklü kahveyi elime tutuşturdu. Kahvenin içimi açan hoş kokusunun yanında, sarı gülümün kokusunu bulmakta gecikmedim. İçim sıcacık oldu. Büyük bir zevk alarak kahvemi içtim.
Musa emmi, sırtında kestiği çalı çırpı demeti olduğu halde; on, on beş dakika sonra göründü. Her zaman ki gibi; beni görünce, zaten cilalı gibi ışıl, ışıl olan yüzü daha da parladı.
Sırtındaki çalı çırpı demetini bir kenara koyduktan sonra, sanki bir kaç saat önce beraber değilmişiz de, senelerdir görüşmemişiz gibi sarılıp, sarmaştık.
Gözleri biraz endişeli yüzüme baktı.
-Hayrola beyim? Diye sordu. Beni aramışsın?
-Evet, dedim. Bana acilen bir sondajcı lazım.
Şaşırmıştı. Bu, her yerinden su ve hayat fışkıran yerde sondajcıyı ne yapacaktım ki?
Bir kaç cümleyle olan biteni anlattım.
-Fakat beyim, burada sondaj yaptıran olmaz ki? Gördüğün gibi her yer su kaynıyor.
-Haklısın ama ev yapacağım yerin yakınlarında o kadar aramama rağmen bir damla bile su bulamadım.
Bir yandan Musa emmiyle konuşuyor, bir yandan da gözlerim birini arıyordu.
Bunu fark eden Musa emmi kıs, kıs gülerek:
-Galiba küçük hanımı arıyorsun dedi. Biliyorsun, düğünden önce gelini görmek uğursuzluk getirir, biraz daha sabretmen gerekecek.
Suçüstü yakalanmışım gibi; başımı yere eğip, bir şey söylemedim. Galiba bir parça da yüzüm kızarmıştı.
Bu sıkıntılı sessizliği Musa emmi bozdu.
-Muhtarın da bir sondajcı bildiğini sanmıyorum dedi. Dedim ya burada kimse sondaj yaptırmaz, çünkü buna gerek yoktur. Ama Ahmet usta bilebilir. Evet, Ahmet usta şehirde ne var, ne yoksa hepsini bilir. En iyisi ona sormak. Hadi gel Ballıca’ya gidip muhtarla konuşalım. Gerekirse Ahmet ustaya telefon ederiz.
İhtiyar dostuma kıyamadım.
-Fakat bu gün yoruldun dedim. Yarın sabahta gidebiliriz.
-Haklısın, yorulmasına yorulduk ama dinlenmenin zamanı değil, günler hayli uzun. Pekâlâ Ballıca’ya gidip, gelebiliriz.
Bu iyi insanın benim için daha fazla yorulmasına gönlüm razı olmuyordu.
Elimden tutarak, oturduğum yerden kaldırdı.
-Hadi beyim dedi. Bir an önce yola çıkalım. Bu işi bir neticeye vardırmadan rahat edeceğini zannetmiyorum.
Ne diyebilirdim ki. Musa emmide beni iyi tanımaya başlamıştı.
Bir saat sonra Ballıca’ya, muhtarın evine geldik. Muhtar bizi beklemiyordu. Şaşırmıştı ama yine de içtenlikle karşıladı. Bir kaç cümleyle olan biteni, ne istediğimi anlattım. Musa emmi haklıydı, muhtar bir sondajcı tanımıyordu.
-Beyim ben bilmiyorum ama Ahmet usta bilebilir dedi.
Bütün ümidim Ahmet ustaya kalmış gibiydi. Ahmet ustaya telefon ettik, fakat onun cevabı da değişmedi.
-Bir sondajcı bilmiyorum ama sizin için araştırırım cevabını verdi. Yine büyük bir hayal kırıklığına uğramış, yine moralim bozulmuştu.
Öneri muhtardan geldi.
-Hadi kahveye gidelim. Biliyorsun bizim ahalinin yarısı dışarıdadır. Bütün gördüklerimize sondajcı aradığımızı söyleriz. Belki de bir tanıyan, bilen çıkar.
Sözleri gayet mantıklıydı.
Kahveye giderken; Aktepe köyü imamının oğlu Hüseyin’i bir eşeğin üzerinde olduğu halde rastladık. Bir iş için Ballıca’ya gelmiş, dönmek üzereydi. Eşeğinden inerek, hemen yanımıza geldi.
-Muhtar emmi, Musa emmi, beyim nasılsınız? Diye sordu.
Karşılıklı hal, hatır sorduktan sonra meseleyi ona da anlattık.
-Ben de sorup, araştırayım. Muhtar emmi haklı. Dışarıdakilerden bir kısmı pekâlâ bir sondajcının yanında çalışıyor, ya da en azından tanıyor olabilirler. Bir netice alırsam muhtar emmiye telefonla bildiririm. Şimdi bana müsaade etseniz? Epey geç kaldım.
Hüseyin’i uğurladıktan sonra, kahveye geldik. Kahvede iki ihtiyardan başka kimse yoktu ama geldiğimiz duyulmakta gecikmedi. On dakika sonra hatırı sayılır bir kalabalık başımıza toplanmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, türlü önerilerle karşılaşıyordum. Bu iyi insanlar; derdimi dert edinmişler, ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. İçlerinden birisi, evini teklif etmekten bile çekinmedi.
-Beyim! Sen hiç kendini üzme. Komşulardan birinin yanına gidiveririz, istediğin kadar bizim evde kalabilirsin.
Bu öneriyi tabi ki reddettim. Hepsine karşı içim minnet ve sevgiyle doluydu.
Sonuçta herkes; bir sondajcı bulmak için araştırıp, soruşturacak, neticeyi muhtara bildirecekti. Dönüp, dolaşıp, yine aynı noktaya gelmiştim.
Daha fazla oyalanmadan geriye döndük. Eve geldiğimizde neredeyse akşam oluyordu. Namaz ve yemekten sonra; fazla oyalanmadan, erkenden yatacağımı bahane ederek ayrıldım.
Hacer ana büyük bir kıskançlıkla, küçük kuşumu benden kaçırıyor, tırnağının ucunu dahi göstermiyordu. O kadar yakınımda olduğu halde onu görememek benim için bir işkence haline gelmişti. Bu yüzden, fazla duramadan hemen ayrıldım.
Ertesi sabah erkenden, arabanın tekerinden çıkan çın, çın seslerinden Musa emminin geldiğini anladım. Kereste alımı için Horozlu yoluna gidecektik. Kahvaltıdan sonra arabanın yanına geldik. Küheylân beni hemen tanıdı, neşeyle yelesini silkeleyip, başını salladı. Şeker verip, başını okşadım.
Yolda giderken fikrimi değiştirdim. Sanki bana, bir gece geçince arsanın konumu değişmiş de, bir yerlerin de su kaynağı çıkıvermiş gibi geldi. Arsanın yanından geçerken; tekrar etrafı araştırmak için, Musa emmiye yeterince para verdikten sonra arabadan indim. Dönüşte beni oradan alacaktı. Henüz bir gece geçtiği için sondajcı konusunda bir gelişme olacağını zannetmiyordum.
Musa emmiyi uğurladıktan sonra, arsayı tekrar baştan aşağı dolaştım. Her köşe, bucağı araştırıp, her taşın altına baktım. Sağına, soluna, yukarısına, aşağısına defalarca gidip, geldim. Fakat yine de bir su kaynağı bulmaya muvaffak olamadım. Moralim bozuldu. Güdük bir burun gibi arsanın ortasında duran kocaman kayanın üzerine tüneyip, Musa emminin gelmesini beklemeye başladım.
Arabanın geldiğini belirten çın, çın seslerini duyunca, başımı kaldırdım. Musa emmi uzaktan bağıra, bağıra bir şey anlatmaya çalışıyordu ama rüzgâr ona doğru estiğinden sesi ulaşamıyor, bu yüzden ne dediğini anlayamıyordum.
Yeterince yaklaşınca:
-Beyim! Müjde, müjde sondajcı bulunmuş dediğini anladım.
Araba hizama gelince, bağıra, bağıra söylediklerini bir kez daha tekrarladı.
-Müjde beyim müjde. Sondajcı bulunmuş. Biz gittikten sonra yatsıya yakın Aktepe’den Hüseyin aramış. Muhtara bir sondajcı ismiyle, telefon numarası yazdırmış.
Bu haber yüreğime bir parça su serpip, soğutmuştu.
-Tamam Musa emmi, Allah razı olsun. Ben Ballıca’ya, muhtar emminin yanına gideyim. İstersen sen de hiç oyalanmadan keresteleri Küçük Ev’e götür. İşim bitince ardından gelirim.
-Tamam beyim! Sen gelinceye kadar en azından damı aktarırım.
Yarım saat sonra muhtar emminin yanındaydım. Onu, bekler buldum. İhtiyar adamın yüzü sevinçten ışıl ışıldı. Mutat olan sarılıp, sarmaşma; hal, hatır sormadan sonra, lafı uzatmadan hemen konuya girdi. Musa emminin anlattıklarını anlatıp; eciş, bücüş yazılarla dolu küçük bir kâğıt uzattı. Kâğıtta bir sondaj firma ismiyle telefon numarası yazılıydı.
-Muhtar emmi! Telefon edebilir miyim? Diye sordum.
-Tabi beyim, ne demek?
Kâğıtta yazılı telefon numarasını çevirdim. Kalın bir ses cevap verdi.
-Alo!
-Ballıca’dan arıyorum. Gürsu sondajcılık mı?
-Ballıca’mı? Ha evet, şu bizim köyün ilerisindeki yer. Kimi aramıştınız?
-Orası gürsu sondajcılık mı?
-Evet, gürsu sondajcılık.
-Ballıca’da bir sondaj işimiz olacaktı?
-Sondaj işi mi? Bir dakika, patrona vereyim de görüşün.
Birinciden daha kalın, daha gür bir ses telefondan yine:
-Alo dedi.
-Ballıca’dan arıyorum. Bir sondaj işimiz vardı.
-Ballıca mı? Orası da neresi?
Cevap vermeme fırsat vermeden, birinci ses, ikinciye izahat vermeye başlamıştı. Ahizeden konuşmalarını duyuyordum. Yeterince bilgi aldıktan sonra kalın ve gür ses yine bana hitap etti.
-Şimdi hatırladım dedi. Bizim kalfanın köyünün olduğu yer. Fakat orası çok uzak.
-Şimdi siz nereden bulunuyorsunuz?
Orta Anadolu’da, uzak bir şehrin ismini söyledi.
-Gelmeye karar verseydiniz ne zaman hareket edebilirdiniz? Diye sordum
-Fazla uzun sürmezdi. Her halde akşamüzeri yola çıkardık.
-Neyle geleceksiniz?
-Kamyonla, bir ford kamyonumuz var.
-Pekâlâ! Yevmiyenizi bugünden itibaren yazmaya başlıyorum. Ayrıca mazot parasını da vereceğim. Eksiksiz olarak hemen gelin. Ne zaman geleceğinizi söylerseniz burada karşılarız.
Birinci ve ikinci sesin kısa bir görüşmesinden sonra:
-Bizim kalfa yarın sabah erkenden orada olabileceğimizi söylüyor dedi.
-Tamam dedim. Sabahleyin erkenden sizi bekleyeceğim.
Telefonu kapatıp, muhtar emmiye yeterince para verip, hemen ayrıldım. Parayı almak istemedi ama biraz zoraki eline tutuşturdum.
Olabildiğince süratle, Küçük Ev’in bulunduğu yere geldim. Moralim düzelmiş, kendimi bir kuş gibi hafif hissediyordum.
Musa emmiyi kiremit aktarırken buldum. Beni görünce güzel yüzü aydınlandı. Bendeki olumlu değişikliğin hemen farkına vardı.
-Beyim dedi. Yüzün gülüyor, inşallah hayırlı haberler getirmişsindir.
Olan biteni anlattım. Sevindi.
Dam aktarım işi bitince, küçük barakanın diğer işlerini yapmaya başladık. Hem iş yapıyor, hem konuşuyorduk.
-Bana acilen inşaat için usta ve işçiler lazım dedim.
-Onun için hiç merak etme. Dedim ya, buradakilerin hemen, hemen hepsi gurbette çalışmış kişilerdir. İnşaat işlerini de hemen hepsi bilir. İşimiz bittikten sonra ben sana Rüstem ustanın yanına götüreyim. Rüstem usta, inşaat işlerinin piri sayılır. Bir mühendis kadar bilgili, son derece de tecrübelidir.
Musa emmi barakanın çürümüş tahtalarını değiştirirken, ben de pis su çukurunu kazdım. Musa emmi bizim için, barakamıza uygun bir karyola çakarken, ben de banyo için taş toplayıp, döşemekle meşguldüm.
Musa emminin inşaat işlerine elinin çok yatkın olduğunu hemen fark etmekte gecikmemiştim. Uzun seneler inşaat işlerinde çalışmış olmalıydı.
Baraka oturulabilecek küçük bir ev haline geldiğinde öğle çoktan olmuştu. Dam aktarılmış, çürük tahtalar değiştirilmiş, tahta bir karyola çakılmış, tuvalet onarılmış ve banyo için de evin bir köşesini tahta perdeyle ayırarak, altına taş döşeyip, beton dökmüştük. Atık su borularının döşenmesi dışında her şey tamam sayılırdı. Düğün hazırlığı için şehre gidildiğinde, Musa emmi, atık su borularını alıp getirecek, bir arada döşeyecekti.
Musa emminin getirdiği yoğurtla, taze ekmeği iştahla yedikten sonra, namazımızı kıldık. Bu arada ne yapmamız gerektiğini konuşup, bir plan yapmıştık. Hiç oyalanmadan Ballıca’ya gidecek, Rüstem ustayı bulup, görüşecektik.
Musa emmi:
-Eğer Rüstem usta inşaat işleriyle ilgilenmeyi kabul ederse gözün arkada kalmaz dedi. Dediğim gibi o, bu işlerin piri sayılır.
-Ya kabul etmezse?
-Zannetmiyorum ama kabul etmezse, bir başka usta da bulabiliriz. Merak etme.
Ballıca’ya geldiğimizde ikindi çoktan olmuştu. Burada fazla oyalanmadık. Yöre sakinlerinin bize olan ilgisi azalmış gibiydi. Fakat bu, muhabbetlerinin azalmasından çok, artık her şeyi bilmelerinden kaynaklanıyordu.
Bir yerde namazımızı kıldıktan sonra, Musa emmi gibi köyün biraz dışında; ihtiyar karısı, gelini ve torunlarıyla oturan Rüstem ustanın evine doğru yollandık.
Rüstem ustayı yöre insanlarının ekserisi gibi; ufak, tefek bir ihtiyar olarak hayal ediyordum. İri, bir parça göbekli cüssesi, geniş omuzları, kalın pazılı kolları, kocaman kemikli elleri, uzun boyuyla son derece heybetli karşıma dikilince şaşırıp kalmıştım.
Buralarda sık görüldüğü üzere; üzerinde uzun kollu, kol manşetleri kalın, kemikli bilekleri üzerinden iliklenmiş ak bir setre, başına katlanarak sarılmış Musa emmininkine benzeyen acı sarı renk bir poşu vardı. Göbekli karnını bir parça daha ortaya çıkaran boğum boğum haki rengi kuşağıyla, geniş ve büyük kalçalarına, kalın baldırlarına uygun, dökümlü siyah şalvarıyla, ayaklarındaki kocaman lastik ayakkabılarıyla açıkça kendini gösteriyor, ben buradayım diyordu. Kısa, kalın boynunun üzerine oturmuş poşulu kafasındaki ay gibi yuvarlak ve parlak yüzünü kısa, sarıya kaçan, yer yer aklaşmış bir sakal çevreliyor, gök mavisi iri, parlak gözleri de heybetine heybet katıyordu.
Fakat ondaki bu heybet ürküten, korkutan bir heybet değil de insanı saran, güven veren bir heybetti. Onu böyle ansızın bütün heybetiyle görünce kendimi yüce dağlara bakar gibi hissettim. İster istemez bir aşağılık duygusuyla ezildim. Mert; özü, sözü bir, kolay kolay yamulmayan granit kadar sağlam karakterli bir insana benziyordu. Musa emmi gibi; kanlı canlı, cilalanmış gibi ışıl, ışıl bir yüze sahipti. Gök mavisi nemli gözleri çukurlarında parlıyor, insanı gözleriyle okşuyor, ilgi, sevgi ve muhabbetle bakıyordu. Gök gürültüsü gibi gür sesli, yalçın dağlar kadar heybetli bu adamı hemen sevmiştim.
Bizi candan karşıladı. Bu yörelerde geçerli alışkı gereği uzun, uzun sarılıp sarmaştı. Musafaha yaparken ellerim kalın kemikli kocaman ellerinin içinde bir çocuk eli gibi küçücük kalmıştı. Hal, hatır sormadan sonra, Musa emmi esas konuya geldi. Beni gösterip:
-Beyim evlenip, buralara yerleşmeye karar vermiştir. Kendisi için hemen, acele bir ev yaptırmak istiyor. Bu işi en iyi senin yapacağını düşündüm dedi.
Rüstem usta kısacık bir an düşündü. Cevabı net ve kesindi.
-Tabi! Neden olmasın? Beyimize memnuniyetle yardım ederim. Evi nereye yapacağız?
Musa emmi arsanın yerini tarif etti.
-Tamam dedi. Orayı biliyorum. Yarın sabah erkenden, nasip olursa; alet, edevatla gelirim. Gerisini orada konuşuruz.
-Gelirken bir kaç yardımcı getirseniz dedim. Zannederim orada bulunan kocaman bir kayayı kırıp, ortadan kaldırmamız gerekiyor. Zamanım o kadar az ki, bir an önce işe başlamak istiyorum.
Anlayışla yüzüme bakarak:
-Tamam! Anlaştık dedi. Yarın sabah yanımda bir kaç yardımcı getirir, hemen işe başlarız.
Geriye dönerken son derece sevinçliydim. Önce Allah’ın, sonrada buradaki iyi insanların yardımıyla bu işi lâyıkıyla yapacağıma artık iyice kanaat getirmiştim. Bu da beni moralman düzeltip, güçlendirmişti.
Güneş batıya doğru eğilirken, arsanın üst tarafından geçen yolda yürüyorduk. Bir kaç dakika durarak, önümde uzanan eşsiz manzarayı hazlı ürpertilerle seyrettim. Bu da, henüz içimde gizli duran bazı duygularımı ve hayallerimi tahrik etti. Burada yapılacak küçük bir evin ne kadar güzel olacağını bir kez daha düşündüm. O an; oraya, oraya yapılacak küçük eve, taşına toprağına, canlı cansız her şeyine sevgim düşüverdi. Önümde uzanıp giden; kayalık, cılız otların esen yelle sağa sola yattığı, tozduğu bu yalnız ve çorak araziyi Cennet gibi yapmaya çalışacağıma, kendi kendime söz verdim.
Musa emmi gelmem için ısrar edip, durdu. Önce istemedim ama ısrarları öylesine candandı ki, kırmamak için kabul etmek zorunda kaldım.
Bizi Hacer ana karşıladı. İlk sorduğu, küçük evin işinin bitip, bitmediği oldu. Bittiği haberini alınca küçük kapıdan içeri girip, kayboldu.
Evin yan tarafındaki büyük çam ağacının altına serilmiş hasırda oturuyor, akşam vaktinin girmesini bekliyorduk. Aptesimi almıştım. Musa emmiyse aptes almak için yanımdan ayrılmıştı. Yanıma gelirken yüzü aydınlanmıştı. Sevindiğinde, ya da sevinçli bir haber aldığında yüzünün böyle ışıladığını biliyordum. Üzerime dikilen sevecen bakışları da haberin benimle ilgili olduğunu gösteriyordu. Yüzü ışıl, ışıl parıldayarak yanıma oturduktan sonra ellerimi tuttu. Sevecen, yumuşacık bakışlarını gözlerime dikti.
-Ev hazır olduğuna göre, nikâh ve düğünü artık yapsak dedi. Eğer izin verirsen, yarın kadınlar düğün alışverişi için şehre gitmek istiyorlar.
-Tabi, olur. Onları şehre sen mi götüreceksin?
-Emine’de götürebilir ama zannederim onlarla gitsem daha iyi olacak. Eğer düğünü yemekli yapmaktan vazgeçmediysen erzak almamız gerek. Kadınlar taşıyamazlar.
-Elbette vazgeçmedim. Kim, kim gitmeyi düşünüyorsunuz?
-Ben, Hacerle küçük hanım, bir de Emine.
Kıkır, kıkır gülerek devam etti.
-Galiba küçük hanım için gelinlik, senin için damatlık alacaklar. Tabi bir kaç şey daha. Zannederim kumandayı Hacer ele almış. O bu tür işleri çok iyi becerir.
Bank kartımı, ihtiyacı kadar para çeksin diye yanımıza gelen Hacer anayla küçük eşime gönderdim. Ayrıca on iki tane de vesikalık fotoğraf çektirip, getirmesini tembihledim. Sabahleyin erkenden yola çıkacaklar, alışveriş yaptıktan sonra akşamüzeri döneceklerdi.
Akşam yemeğinden sonra, daha fazla oyalanmadan kamp yerime döndüm. O gece geç vakitlere kadar, el fenerinin ışığı altında yapmayı düşündüğüm evin krokisini çizmeye çalıştım. O an için bize tek göz oda, minik bir ev yeterli görünüyordu. Daha sonra bundan vazgeçtim. Daima en iyisini yapmayı çalışma prensibime göre; evimin, zemin üzeri bir kat olmasını o ara karar verdim. Daha çok para ve daha çok zamana ihtiyaç gösteriyordu ama, önemli olan temelinin buna göre atılmasıydı. Gerektiğinde zemin katı işletip, üst katı daha sonraya bırakabilirdim. Uzun, uzun düşünerek, mümkün olduğu kadar kullanışlı, güzel bir evin krokisini çizmeye çalıştım. Krokiyi Rüstem ustaya gösterip, fikrini alacak, daha sonra da uygulamaya geçecektim.
Yazdığım gibi evimi zemin üzerine bir kat olarak düşünüyordum. Zeminde; bir antre, sağ tarafta hafif bir eğimle yukarı çıkan bir merdiven, altında küçük bir depo, yanında küçük bir tuvalet, iç içe geçmiş iki küçük odadan ibaret bir banyo, onun yanında yiyeceklerin saklanacağı, depolanacağı bir kiler, kocaman iki pencereyle aydınlatılıp, havalandırılmış büyük bir mutfak, büyükçe bir yemek odası ve hol. Üst kattaysa üç büyük odayla beraber benim için süslenip, üstünü değişebileceği, gerektiğinde biraz yatıp uyuyabileceği; küçük eşime, yavru kuşuma ait küçük, özel bir oda. Güney ve batı yönlerine bakan köşeyi yatak odası olarak düşüyordum. Burayı diğerlerine göre daha büyük çizmiştim. Koymayı düşündüğüm büyük dolaplarla birlikte gizlenmiş bir de banyo istiyordum. Aptes almak istediğimde alt kata inmeme gerek kalmayacaktı. Pek tabii olarak dış kapı çelik olacak, zemin kat pencereleri dıştan demir kepenklerle kapatılacaktı. Üst kat pencereleri de alt kat gibi çift cam çerçeve takılacak, bu sayede oldukça sert geçen kışın soğuğundan korunulmuş olacaktı.
Erkenden kalkıp, namazdan sonra bir iki lokma yerken, uzaklarda çın, çın sesleri duyuluyordu. İçinde küçük kuşumun da bulunduğu kafile yola çıkmış olmalıydı. İçimde bir sızıya benzeyen derin bir eziklik duygusu vardı. Onlarla olmak için neler vermezdim ki.
Oyalanmadan, doğruca arsaya geldiğimde güneş yeni, yeni doğuyordu. Kulağım Aktepe yönünden gelecek sondaj kamyonunun homurtusunda, gözlerim de Ballıca’dan gelecek Rüstem ustayla, getirmeye söz verdiği yardımcılarındaydı. Nitekim bir kaç dakika sonra Rüstem usta, o heybetli vücuduyla yanında beş kişi olduğu halde ağaçların arasından çıkıverdi. Mutat selâmlaşma, sarılıp, öpüşmelerden sonra evi yapmayı düşündüğüm yeri gösterdim.
Bir burun gibi içeriye uzanan kaya çıkıntısını gösterip:
-Eğer bu kayayı kırıp, ortadan kaldırabilirsek evi buraya yapmayı düşünüyorum dedim.
Rüstem usta bir şey söylemeden sessizce, sağa sola gidip geliyor; dikkatle zemini inceliyor, elinde tuttuğu kaya kırmaya mahsus kocaman çelik bir sivriçle zemini vuruyor, çıkan sesi dinliyordu. Merakla vereceği kararı bekliyordum.
Nihayet başını kaldırıp, yüzüme baktı.
-Gerçekten çok iyi yer seçmişsiniz beyim dedi. Zemin son derece sağlam.
-Fakat şu kaya engel oluyor.
-Ha o mu? Hiç önemli değil. Bir günde temizlenir.
-O zaman hiç vakit kaybetmeyelim.
Rüstem ustanın bir işaretiyle, yanında getirdiği, Ballıca’da gördüğüm fakat isimlerini bilmediğim beş işçi; ellerinde balyozlarla, çivilerle, keskilerle, kocaman kayaya saldırdılar. Böylece evim için ilk kazma vurulmuş oldu.
Rüstem ustaya çizmeye çalıştığım krokileri gösterip, nasıl bir ev istediğimi anlattım. Krokileri ciddiyetle inceleyip:
-Giriş dışında, her şeyi iyi düşünmüşsün beyim dedi.
-Giriş mi?
-Evet giriş. Evin en güzel cephesinden girişi vererek o cepheyi heba etmişsin. Ben olsam girişi kuzeyden, yani yol tarafından yapardım.
-Fakat orada kayalar var.
-Bu o kadar önemli değil, bir iki günlük çalışmayla bir yol açılabilir.
-Bu konuda sizi tam güvenim var. Evimi kendi eviniz gibi yapacağınızdan eminim. Bu işlerden gerektiği kadar anlamıyorum. İstediğiniz her türlü değişikliği yapabilirsiniz.
Bir kayanın üzerine oturarak verdiğim krokilerde bazı değişiklik yapmaya başladı. Tabi ki değiştirdiği ilk şey evin girişi oldu. Onun dışında; bir kaç yapı tekniğiyle ilgili olduğunu zannettiğim değişiklikten sonra, yapılacak binanın son şeklini vermekte gecikmedi. Bütün bunları uzun, uzun hesaplamalardan çok, pratiğe dönüşmüş, derin bir bilgi ve tecrübeyle yapıyordu.
-Ne kadar malzeme gideceğini hesaplayabilir misin? Diye sordum.
-Tabi dedi. Aşağı, yukarı bir malzeme listesi çıkarabilirim.
-O halde önce bunu hazırlasak? Yani önce malzeme listesini hazırlasak da temini cihetine gitsek? Malzemeyi nereden temin edeceğimi siz her halde daha iyi bilirsiniz.
-Merak etme beyim dedi. Listeyi hazırlar, akşamüzeri muhtarın evinden siparişi veririm.
Bu ara Aktepe yönünden, koyu mavi renk, eski model bir kamyonun uğuldayarak geldiği görüldü. Kapılarında gürsu sondajcılık yazan kamyonu karşıladım. Kısa bir tanışma merasiminden sonra sondaj yaptırmak istediğim yeri gösterdim.
-Sondajı buradan vurdurmak istiyorum. Ne dersiniz, su çıkar mı?
Kısa boylu, şişman bir kişi olan usta cevap verdi.
-Tabi çıkar. Burada, nereye sondaj vursan suyu bulabilirsiniz dedi.
Fakat, dediğim yere kamyonu yanaştırmakta güçlük çekince, yanıma gelip, sondajı on metre kadar aşağıya yapmak istediğini söyledi. Güçlükleri sevmeyen, her şeyin kolayına kaçan bir tipti. On metre kadar aşağıya yapılacak sondaj, suyu doğrudan eve alma düşünceme tersti. Bu yüzden dediğim yerden yapmasında ısrar ettim. Yazdığım gibi güçlüklerden hoşlanmayan, her şeyden önce rahatını düşünen usta, bu fikrimden caydırmak için epey uğraştıysa da muvaffak olamadı.
-Fakat beyim diyordu. Dediğim yerden su daha kolay çıkacak, en azından dört beş metre daha az ineceğiz.
-Galiba anlatamadım dedim. Çıkacak suyu bir depoyla doğrudan doğruya eve vermeyi düşünüyorum. On metre aşağıdan çıkacak suyun basıncı buna yetmeyebilir. Dediğin yere sondaj vurursan, suyu almak için dışarı çıkıp, getirmek zorunda kalacağız. Sondajını dediğim yerden vur. Zararı yok; dört, beş metre fazla inelim, ne ise ceremesi çekmeye hazırım.
Nihayet; zar, zor sondaj kamyonunu dediğim yere yanaştırıp, dediğim yerden delmeye başladılar. Yavaşta olsa, motor gücüyle dönen çelik matkap kayayı delmeyi başarıyordu.
Öğleden sonra, bana yıkılmaz gibi gelen koca kaya; parça, parça ayrılmış, ortadan kalkmak üzereydi. Rüstem usta; bazı yerlere çelik çiviler çakarak ipler geriyor, elinde metre; bir şeyler ölçüp, biçiyordu.
Bütün gün sondajcılarla, Rüstem usta arasında mekik dokuyup, durdum. Rüstem usta ikindiden sonra, elinde malzeme listesi olduğu halde sipariş vermek üzere Ballıca’ya gitti. Sipariş vereceği yer, Rüstem ustanın tanıdığıydı. Açık bir hesabım olacak, bir ara şehre gittiğimde ödeyecektim. Hatta istersem vade dahi yaptırabileceğini söylüyordu. Kendisine müteşekkirdim.
Güneş batmak üzereyken, diğer beş işçi de paydos ettiler. Sondajcılarında işi bıraktıklarını ayrımsayınca, yanlarına gidip, şişman ustayla konuştum.
-Sondajı gece de yapabilir misiniz?
-Olabilir ama biraz zor olur dedi.
-Teknik olarak mı zor?
-Teknik olarak niye zor olsun ki? Nihayet motor çalışıp, kayaları delecek.
-Gecede çalışırsanız bunu iki yevmiye kabul edeceğim. Bir an önce suyun çıktığını görmek istiyorum.
Şişman usta anlaşılan parayı çok seviyordu. Bu teklifimi hemen kabul etti. Sabaha kadar yanlarından ayrılmayıp, onlara yardım ettim. Motor sabaha kadar gecenin sessizliğini tırmalayıp durdu. Tan yeri ağarırken, beş metre kadar içeri girmiştik. Çıkan toprakta nemlenmeye başlamıştı.
Güneş biraz yükselmeye başlayınca, beni kamp yerinde bulamayan Musa emmi geldi. Elinde; içinde taze ekmek olduğunu varsaydığım bir çıkınla, bir bakraç yoğurt getirmişti. Bütün geceyi burada, sondajcıların yanında geçirdiğimi tahmin etmiş olmalıydı. Daha da güzeli, gelirken; çaydanlığı, demliği, çay ve şekeri de getirmişti. Esip duran rüzgâr izin verirse; bir kenar da ateş yakıp, bir kaç bardak pek sevdiğim tavşankanı çaydan içebilecektim. Musa emmi ne yaptı, ne etti, biraz sonra elime tavşankanı çayı tutuşturmayı muvaffak oldu. Çaylarımızı içerken, güzel bir haberi olduğunu belirten sevinç dolu bakışları gözlerine gelip oturmuş, güzel yüzü bir parça daha da aydınlanmıştı.
Çok sevinçli olduğu zamanlarda yaptığı gibi kıs, kıs gülerek:
-Bu gün kadınlar küçük evi döşemeye gidecekler, dedi.
-Emine yenge mi götürecek?
-Evet! Emine götürecek. Sonra Hacer Perşembe günü nikâh ve düğünü yapsak nasıl olur diye soruyor. Ne dersin? Artık yalnızlıktan kurtulurdun?
-Yani beş gün sonra öyle mi? Pazar günü yapsak daha iyi olmaz mıydı? Gelecek konuklarımız açısından söylüyorum. Düğünümüze daha çok konuk gelirdi.
-İlâhi beyim! Buralarda Cumartesi, ya da pazar olmuş bir şey fark etmez ki. Hem mübârek Cuma gecesi gerdeğe girsen fena mı olur?
-Peki dedim nasıl istersen. Bu konuda tamamen size tabiyim.
Böylece beş gün sonra, Perşembe günü düğünümü kararlaştırdık.
Musa emmi inşaatta çalışanlara katılmıştı. Diğer işçiler gibi ona da yevmiye vermek istediğimi söyleyince kabul etmemiş:
-Ama beyim! Artık ailemizden sayılırsın. Paranı nasıl alırım? Demişti.
-İnşaat işlerinden yeterince anlamıyorum. Anlasam bile; biliyorsun, beş gün sonra düğünüm olacak. En azından uzunca bir müddet bu işlerle ilgilenme fırsatım olmayacak. Yani…. Adıma işleri takip edecek bir vekil lazım.
Allah razı olsun, Rüstem usta her şeyi düşünüp, takip etmeye çalışıyor ama, bir kişi hangi işi yapıp, hangi işi takip edebilir? En azından ona bir yardımcı gerek. Bunun içinde nasıl olsa bir adam tutmak zorundayım. Ona vereceğim parayı niye sen almayasın? Sonra, geçindirmek zorunda olduğun bir ailenin de olduğunu unutma, deyince çaresizlikle kabul etmişti. Musa emmiye diğer işçilerden biraz daha fazla yevmiye vermeyi düşünüyordum. Fakat bunu kabul etmedi. Diğer işçilere verdiğim kadar ücret vermem de ısrar etti, ben de kabul ettim.
Öğleye doğru, küçük bir kamyonetle kalıp için keresteler geldi. Kamyonet aynı zamanda bir de demir kesme makası getirmişti. Rüstem ustanın talimatıyla işçiler tarafından çabucak boşaltıldı. İşçinin birisi yine Rüstem ustanın emriyle, inşaat demirlerinin eğilip, büküleceği, şekil verileceği sağlam bir tezgâh yapmaya başladı.
Arsanın içine güdük bir burun gibi giren kocaman kaya parçalanıp, ortadan kaldırıldığı gibi, yol olarak kullanacağımız bir de gedik açılmıştı. Evin yapılacağı yer iyice belli olmuş, kocaman kayanın ve diğerlerinin parçalanması sırasında çıkan parçalar bir kenara yığılmış, küçük bir tepe oluşturmuştu.
Rüstem usta yanında bir yardımcısı olduğu halde, elinde metre; sağa, sola gidip geliyor; ölçüp biçiyor, kazıklar çakıyor, ipler geriyordu. Yardımcının yerine Musa emmi geçti. Artık inşaatın bütün girdisini, çıktısını Musa emmi takip edecek, bu sayede Rüstem usta bütün mesaisini inşaat işleri üzerine yoğunlaştıracaktı.
İnşaatla sondajcılar arasında mekik dokuyordum. Sondaj borusu artık on ikinci metreye kadar inmiş, çamur çıkmaya başlamıştı. Ustanın söylediğine göre bu gün suyu bulmamız gerekiyordu
Öğleden sonra, Aktepe yönünden ikinci bir kamyonun geldiğini gördüm. Bir gün önce Rüstem ustanın sipariş verdiği malzemeleri getirmişti. Çeşitli ebatlarda nervürlü yuvarlak demirler, çimento torbaları, sönmüş kireç torbaları…..
Yine kamyonla getirilmiş olan kalın ve oldukça büyük naylon, yere serilerek üzerine çimento torbaları gibi yağmurdan etkilenebilecek malzemeler güzelce yerleştirilip, üzeri düzgünce kapatıldı. Rüstem ustaya beton için kumu nereden temin edeceğini sordum:
-Tahta köprünün yanından dedi. Malzemeyi getiren kamyon bir kaç gün kum taşıyacak.
Rüstem usta, o iyi insan; her şeyde olduğu gibi, bu konuyu da önceden düşünmüş, gereğini çoktan yapmıştı.
Bir yandan demirler düzeltilip; eğilip, bükülürken; bir yandan da, temel kalıpları çakılmaya başlamıştı. Rüstem usta hazırladığım krokiyi esas alarak kolonların konacağı yerleri, şekillerini, neyi, nasıl yapacağına dair evinde hazırladığı bir planı ara, sıra çıkarıp bakıyor, bir şey unutmamayı özen gösteriyordu. İşimi bir nevi onur meselesi haline getirmiş, en iyisini yapabilmek için çırpınıp, duruyordu. Eğer kendi inşaatı olsa, bu derece özen göstermeyeceğinden emindim. Kendisine ve diğer canla başla çalışan iyi insanlara minnet borçluydum.
İkindiye doğru artık suyun çıkmak üzere olduğu haberi gelince, heyecanla sondajın yapıldığı yere koştum. Delici matkap ucunun döndüğü borudan artık çamur yerine bulanık su çıkmaya başlamıştı. Şişman ustanın yüzü gülüyordu. Bir şey sormama gerek kalmadan:
-Bir saate kalmaz su çıkar, dedi.
Gerekten de bir saat kadar sonra borudan su fışkırmaya başladı. Bulanık, iki buçuk inçlik boruyu dolu, dolu dolduran bir suydu bu. Heyecan içindeydim. Suyu bulanık görünce bir hayal kırıklığı yaşadım.
-Ama bu su bulanık?
Şişman usta:
-Merak etmeyin dedi, beş dakika sonra durulur, bir daha da bulanmaz.
Haklıydı. Beş dakika sonra; billur gibi, içimi son derece güzel bir su kaynağının sahibi olmuştum.
Akşamüzerine doğru sondajcılar gitmeye hazırlandılar. İki gündüz, bir gece çalışmalarına karşı verdiğim sözü tuttum. Altı günlük yevmiyeyle, kullandıkları malzeme tutarının biraz daha fazlasını bir çeke yazıp, şişman ustaya uzattım.
-Nakit tercih ederim, çek kabul etmiyoruz diyerek kabul etmek istemedi. Ne kadar çalıştıysam da bir türlü iknâ olmuyor, illâ da nakit diye üsteleyip duruyordu.
Umudumu kesince:
-Peki! Bu gece de misafirimiz olun, yarın sizinle şehre gelir, bankadan çeker, veririm, dedim.
Sondajcıyla aramızdaki bu ufak tartışma Rüstem ustanın dikkatini çekmiş olmalı ki, yanımıza gelip; ne oluyor, der gibi yüzüme baktı. Ben de olan biteni anlattım.
Şimşekler çakan gözleriyle sondajcıya bakıp, gürledi.
-Bak dedi. Bana buralarda Rüstem usta derler. Ne biçim adam olduğumu Ballıca’da, Horozlu’da, Aktepe’de hatta şehirde istediğin kişiye sorabilirsin. Elhamdülillah beyimin borcunu rahatlıkla karşılayacak mal, mülke de sahibim. Beyimin çekine ben kefilim dedi.
Rüstem ustanın kesin ifadeleri kadar; heybetli tavrı da, bir türlü muvaffak olamadığım şişman ustanın iknâ olmasına yetip, arttı.
Bir saat sonra toparlanıp, ayrılmadan önce, vedalaşıp, helâllik istediler. Helâlaştıktan sonra onları uğurladık.
Musa emmi inşaat işleriyle birlikte düğünümle de ilgileniyordu ama, esas organizeyi Hacer ana yapıyordu. Adeta başkomutan gibi; sağa, sola emirler yağdırıyor, ne yapılacağına dair kararlar alıp uyguluyor, düğün için ne gerekliyse hepsini yapmaya çalışıyordu. Musa emmi, mutlu olduğu zamanlarda yaptığı gibi kıs, kıs gülüyor, elimden tutarak:
-Merak etme beyim diyordu. Gözün arkada kalmasın, Hacer bu işleri iyi becerir.
Düğünümle ilgili her türlü işi, Hacer ananın becerikli ellerine bırakmıştım.
Su çıkınca, yanımda küçük eşimin fotoğrafları olduğu halde Ballıca’ya, muhtarın yanına giderek, adına arsayı tescil ettirecek belgeyi hazırlattım. Muhtar bu iş için gerekli belgeyi bizzat bana doldurtarak; bir eksik var mı, yok mu diye göz gezdirirken, gözlerinde muzip bir ışık olduğu halde yüzüme bakıp:
-Arsayı küçük hanım adına mı yaptırıyorsun? Diye sordu.
-Evet dedim. Yoksa bir engel mi var?
-Hayır, elbette bir mani yok. Hayırlısı olsun. Bu belgeyi kaymakam beye imzalattıktan sonra tapuya götüreceksin. Onlar da arsayı küçük hanım adına tescil edip, tapusunu verecekler, dedi.
Arsanın, dolayısıyla yapılan evin küçük eşime ait olduğunu gösteren belgeyi düzgünce katlayarak, cebime yerleştirdim.
Musa emminin inşaat işleriyle ilgilenmesi, ne zamandan beri aklımı kurcalayıp duran bir mesele hakkında daha iyi düşünmeme, daha iyi araştırmama fırsat verdi.
Bu civarda elektrik yoktu. Bunun en büyük nedeni de yerleşim yerlerinin sekizer onar kilometre aralıklarla; sağa, sola dağınık olmasıydı. Ballıca; sekiz on hanelik, bir köy bile sayılmayacak küçük bir yerdi ama; sağa, sola dağılmış aileleriyle oldukça kalabalıktı. Dediğim gibi; geniş aralıklarla sağa, sola dağılmış olmaları, buraya gelecek elektriğin maliyetini çok fakir olan halkın karşılayamayacağı kadar çoğaltıyor, bu yüzden de kimse elektrik almayı düşünemiyordu. Elektriksiz bir evse bütün medeni olanaklardan mahrum demekti.
Nasıl elektrik temin edebileceğim konusunu düşünürken, ilk defa; yaz, kış devamlı esip duran rüzgârdan faydalanma fikri aklıma takıldı. Yapılacak bir yel değirmeni pekâlâ bir eve yetecek kadar elektrik üretebilirdi. Mesleğim elektromekanik üzerine olduğundan, bu konulara yabancı değildim. Rüzgâr, ikide bir yön değiştirmesi dışında, bu iş için uygun sayılabilecek kuvvette esiyordu. Şu anda, yani yazın; güneyden eserken aniden batıya, ya da batıdan güneye dönüveriyordu. Bunun, kışın kuzeyden doğuya, ya da doğudan kuzeye doğru olacağını kestirmek için fazla zeki olmaya gerek yoktu. Bu da; rüzgârı dik olarak alan normal bir yel değirmenin de, çözmesi son derece müşkül teknik zorluklara neden oluyordu. Eğer ikide bir yön değiştiren bu oynak rüzgârdan istifâdeyle elektrik üretmek istiyorsam, bu maksada uygun bir sistem kurmayı düşünmek zorundaydım.
Geceler normalde kısa olmasına rağmen; küçük kuşumun, sarı gülümün içimde yanıp duran hasreti bu geceleri çok ama çok uzun hale getiriyor; bu konuda bana uzun, uzun düşünme fırsatı veriyordu. Allah’ın sonsuz hikmetiyle her musibetin içine gizli hayırlardan biri de şüphesiz ki buydu.
Üç gün sonra bu sorunu çözmekte gecikmedim. Yapacağım yel değirmeni; normal yel değirmenleri gibi rüzgârı dikey olarak değil, yatay olarak alacaktı. Bu sayede konumu değişmeyecek, rüzgâr ne yönden eserse essin, muhakkak karşısında itmek zorunda olduğu bir kanat bulacaktı. Hep aynı yönde dönmesiniyse, kanatlara vereceğim şekil belirliyor, ters yönde dönme ihtimali bulunmuyordu.
Adedi konusunda epeyce ikirciklendikten sonra, sekiz kanatta karar kıldım. Bunun nedeni de, rüzgâr gücüyle çevirmeyi düşündüğüm alternatörü; saniyede elli, ya da atmış kez çevirmek zorunda oluşumdu. Bunun içinde; kanatlara bağlı mile büyük bir volan takacak, sonrada alternatör kasnağının çapını azaltıp, çoğaltmak suretiyle istediğim dönüyü elde etmeyi çalışacaktım. Rüzgâr gücünün ufak tefek azalıp, çoğalmasıyla oluşacak voltaj dalgalanmalarını da, varyaklı bir düzengeçle halledebilirdim.
En son olarak alternatörün gücü konusunu uzun, uzun düşünerek karar verdim. Yedi buçuk kilovatlık bir alternatör rahatlıkla evimin elektrik ihtiyacını karşılayabilir, her türlü elektrikli ev aletlerini çalıştırabilirdi.
Sabahlara kadar el fenerimin ışığında yaptığım çalışmalar sonunda olgunlaşan fikrimi, kâğıt üzerine; şemalara, krokilere dökmeyi başardım. Nasıl olsa tapu ve küçük eşime yapmaya düşündüğüm emeklilik, sağlık sigortası ve kendime; lehtarı küçük eşim olacak, oldukça yüklü miktardaki hayat sigortası için şehre inmek zorundaydım. Ne olur ne olmazdı. Böylece küçük eşimin hayatını bir parça olsa da garanti altına almayı düşünüyordum.
Bir gün sonra, yani düğünüme iki gün kala, tek başıma, Küheylân’ın çektiği arabayla şehre doğru yola koyuldum. Zannederim yolda ne kadar yalnızlık çektiğimi, küçük eşimin hasretiyle nasıl kavrulduğumu yazmama gerek yok.
Şehre ineceğim belli olunca; Hacer ana, almam için bir yığın sipariş vermişti. Şehre gelince, hiç oyalanmadan Ahmet ustanın dükkânına giderek sipariş listesini uzattım. Ona, iyi bir demirci ve tornacı tanıyıp, tanımadığını sordum. Tanıyormuş. Yerini tarif ettiği dükkânı bulmakta zorlanmadım. Burası bir torna makinesi olan küçük bir dükkândı. Yanağında kocaman bir yara izi olan; zayıf, uzun boylu, orta yaşlı usta, sevecen bakışlarıyla beni karşıladı. Ahmet ustanın tavsiyesiyle geldiğimi söylemem, ilgisini daha da artırdı. Yanımda getirdiğim şemayı, krokileri çıkararak ne istediğimi uzun, uzun anlattım. İstediklerimi gayet kolay anlıyordu. Kısa zamanda ne yapacağını tamamen kavramış, bazı ufak tefek konularda fikir yürütmeye de başlamıştı. Uzun, uzun yapılacak parçalar üzerinde konuştuktan sonra, mutabık kaldık. İstediğim parçaları; kolay taşınabildiği gibi, kolay monte edilebilecek şekilde dizayn etmeye çalıştık. Fiyatını da anlaştıktan sonra yanından ayrıldım.
Alternatör alabileceğim bir yer aradımsa da bulamadım. Elektrik motorları satan bir dükkân, istersem getirtebileceğini söyleyince kabul ettim. Hemen yanımda, fabrikasına telefon edilerek sipariş verildi. Alternatör bir hafta sonra gelecekti. Bu benim için çok uygundu.
Arsanın küçük eşime tahsis edildiğini bildiren belgeyi tasdik ettirmek için kaymakamlığa uğradım. Bu konuda bazı bürotratik zorluklarla karşılaşacağımı zannediyordum. Fakat kaymakam bey bu konu da büyük anlayış gösterdi. Bir kaç soru sormakla yetindi. Gerekli güveni vermiş olmalıyım ki muameleleri çabucak yaptırdı. Tapuyu çıkartmam da uzun sürmedi. Eşime, sağlığımı bildiren bir telgraf çekip, özel bir sigorta şirketine küçük eşim için emeklilik ve sağlık sigortası, kendim için küçük eşim lehtarlı oldukça yüksek bir hayat sigortası yaptırdıktan sonra, Ahmet ustanın dükkânına geldim. Siparişlerim hazırdı. Ayrılmadan önce; Perşembe günü düğünüm olduğunu, mümkünse yanımda görmek istediğimi söyledim. Musa emminin daha önce, davetiye yerine geçen okuntuyu vermiş olduğunu, nasip olursa geleceğini söyledi.
Oldukça geç kalmıştım. Şehirden ayrıldığımda neredeyse ikindi olmak üzereydi. İkindi namazımı kıldıktan sonra, tekrar yola koyuldum. Akşam ezanına yakın ancak Aktepe’ye varabilmiştim. Vaktim çok az olmasına rağmen, buradaki iyi insanları çiğneyip, geçmeyi gönlüm el vermedi. Bir çay içimi kadar uğrayıp, nikâhımı kıyan imamla cemaatten görebildiklerimi düğünüme davet ettim. Fakat Hacer ana benden önce davranmış, bütün buralara okuntu göndermiş, düğünüme davet etmişti.
Akşam olduğunda Ballıca’ya en az bir saatlik daha yolum vardı. Akşam namazımı kıldıktan sonra, yola devam ettim.
Ayın on beşiydi. Mehtap; kocaman, kalaylı bir sini gibi gökte parıldıyor, gümüşi ışıklarını cömertçe gönderiyor, yolumu aydınlatıyordu. Bu yüzden hiç zorluk çekmeden Ballıca’ya ulaştım. Musa emmiyi geç kalmamdan dolayı, merak ve endişeden ölüp, bitmiş olarak buldum.
Tabi merak ve endişeden ölüp biten yalnız Musa emmi değildi. Bütün Musa emmi ailesi ayaktaydılar. Sabırsızlıkla beni bekliyorlardı. Endişeyle bekleyen insan grubunun içinde, bir ara küçük kuşumu da görür gibi oldum ama Hacer ana tarafından hemen ortadan kaybedildi. İhtiyar kadın; küçük kuşumu, öz kızı gibi sakınıyor, benden kıskanıyordu.
Niçin geç kaldığımı uzun uzadıya anlatmak zorunda kaldım. Bu arada Hacer anayla, aldığım evrakları kaybolmayacak bir yere saklamasını tembihlemek şartıyla, küçük eşime gönderdim.
Yatsı namazından sonra; bir kere daha yalnız olarak, elimde gemici feneriyle Küçük Göl’deki kampımıza döndüm. O gece hayatımın en uzun gecesini geçirdim diyebilirim.
Küçük kuşuma olan özlemimin yanında; uzaklarda, çok uzaklarda olan güzel bir kadının; anlayışlı, fedakâr, her zaman bana sevgiyle yaklaşmış, çocuklar vererek Dünyanın en güzel mutluluğunu tatmama vesile olmuş, dünyalar güzeli bir kadına olan hasretimde içimi yakıyordu. Ona haksızlık ettiğim, anlayışını suiistimal ettiğim, ona ihanet ettiğim kuşkusu içimi bir burgu gibi delip, rahatsız ediyor, ruhumda fırtınalar kopmasına neden oluyordu. O güzel kadına, eşime olan sevgimin getirdiği sorumluluk duygusunun körüklediği, daha da ağırlaştırdığı bir suçluluk duygusu altında eziliyordum. Bütün yaptıklarım vicdanımın hassas terazisinde tartılıyor, en ince filtrelerinden, süzgeçlerinden geçiriliyor, sonrada onun tarafından onaylanıyordu ama yine de duygan kişiliğimin etkilenmesine engel olamıyordum.
Güzel eşimi ihmal ederek, ona çok bir büyük haksızlık yaptığımın farkındaydım. Şehirdeyken bir kaç kere; o güzel, yumuşak, tatlı, ruhuma huzur veren sesini duymak için yanıp, tutuşarak postaneye koşmuş, fakat son anda telefon etmekten vazgeçmiş, sonunda da bir telgraf çekmekle yetinmek zorunda kalmıştım.
Sesini duymaya çok ihtiyacım olduğu halde; telefon etmekten beni vazgeçiren neden, şüphesiz ki nasıl vakit geçirdiğimi sorma ihtimaliydi. Hayır; bu olasılık değil, kesin gibiydi. Güzel eşim beni seviyor ve dolayısıyla merak ediyor, nasıl olduğumu, nasıl vakit geçirdiğimi, neler yaptığımı öğrenmek istiyordu. Ona; o dünyalar güzeli, iyi kalpli, bana her zaman insan üstü bir sabır, anlayış ve sevgiyle yaklaşmış, çocuklarımın annesi olan o sevgili kadına; duyduğum sevgi kadar, minnetle de dolup taştığım o güzel kadına, hiç tanımadığı bir kızla nikâhlandığımı, bir ev yapmak için seferber olduğumu, iki gün sonra da düğün yaparak gerdeğe gireceğimi nasıl söyleyebilirdim? Pek yakında küçük bir ortağı olacağını nasıl anlatabilirdim? Söylemeden, bunu ondan gizlemekse, uzun sayılabilecek ömrüm boyunca; pek öğündüğüm dürüstlüğüme, ne olursa olsun yalan söylememe prensibime ters düşmeyecek miydi? Şu anda gizlesem bile, ilerde; bütün bu olanları anlatarak anlayış beklediğimde, bütün bunları niçin sakladığımı sormayacak mıydı?
Telefonda söylenecek bir kaç cümleyle; küçük eşimle aramızda geçen inanılmaz olayları, birbirine girmiş; çözmesi, anlaması son derece güç duygusal ilişkileri ne kadar anlatabilirdim? Ne kadar anlayışlı, ne kadar akıllı olursa olsun, bütün bu olayları; duygusal karmaşanın ne kadarını anlayabilirdi?
Bu gerçeği er geç söylemek zorunda olduğumu biliyordum. Fakat, şu anda bu gerçeği söylemek; yanına gideceğim güne kadar kâbuslar görmesine, en azından huzursuz olmasına neden olacak, belki de kadınca duygularına kapılarak vermek istediğim izahatları dinlemeyecek, döndüğümde bütün bağlarını koparıp, atmış bulacaktım.
Bunu ancak; ona karşı duygularımın değişmediğini, en az eskisi kadar onu sevdiğimi ispatladıktan sonra anlatabilir, anlayışlı davranmasını isteyebilirdim. Çok ama çok istememe rağmen, eşime telefon etmemem bu yüzdendi.
O gece hiç uyumadım diyebilirim. Zaten az olan uykum tamamen yok olup, gitmişti. Yukarıda yazdığım endişe ve üzüntülerime; iki gün sonra küçük eşime kavuşacağımın mutluluğu karışıyor, bu iki zıt duygu iç dünyamı allak, bullak ediyordu.
Ayın on beşiydi. Loş bir ışıkla aydınlanmış, soluk yıldızlarla süslü lacivert gökyüzünün tam ortasında; kocaman, gümüş bir tepsi gibi duran mehtap; kızıldan mora dönen bin bir renkle çepeçevre harelenmiş olarak Küçük Göl’e düşüyor, esen rüzgârla beşik gibi sallanan yüzeyinde, sanki uyumak istermiş gibi hafif, hafif salınıyordu. İnanılmaz bir efsunlu güzellik etrafımı sarmıştı. Kaç günden beri ihmal ettiğim gerçek sevgilimin göz süzüşleri, beni kendine çekiyordu. Küçük Göl saf gümüşe kesmiş, rüzgârın okşayışlarıyla tatlı bir hazla ürperen, bir ayna gibi ışıl, ışıl yüzeyine; tam karşımdaki bıçakla kesilmiş kremalı pastaya benzeyen tepenin görkemli, mor kayalarının aksi vuruyor, bu kocaman, dev beşik sallandıkça yakamozlanıyor, yüzeyi milyonlarca ışıltıyla parçalanıyordu. Bu parçalanan, bölünen; sevgilinin okşayışlarıyla ürperen bir ten gibi tiril, tiril titreyen yüzeye; mehtabın gümüş rengi ışığında, kocaman hayaletler gibi görünen ağaçların akisleri karışıyor, dev beşik sallandıkça, mor renkli hayaletlere dönüşmüş görkemli kayalarla ağaçlar kucaklaşıp, öpüşüyorlardı.
Huzurlu bir iç dünyam bu efsunlu dünyada, ruhumu haz ve mutlulukla doldurup, taşıracak daha nice güzellikler bulup, çıkarabilirdi. Pek çok kere olduğu gibi, ruhumu; O Tek Gerçeğe yöneltebilir, O’nu buldurabilir, O’nunla özdeşleştirebilir, O’nun içinde benliğimi eritebilirdi. Böylesine bir vuslatı ancak, bu Dünyadan kopup ayrılmış, huzur ırmağında tertemiz yıkanarak aklanıp, paklanmış bir ruhun yüceliğiyle ulaşabilirdi.
Bütün Dünya yüklerini silkeleyip atıvermiş, pisliklerinden arınmış, ilk yaratıldığı özüne dönüşmüş pak, yüce ve temiz bir ruh.
Duygusal fırtınalarla allak, bullak olan bir ruh dünyamla; bu vuslata erişebilmem, O Tek’le özdeşleşebilmem, O’nun için de eriyip, yok olmam imkânsız gibiydi.
Fakat o an da ummadığım bir şey oldu. O tek Yaratıcı’nın özünden bize, biz Adem oğullarının ruhuna doğrudan doğruya akıtılıp, ihsan buyrulan en büyük nimet olan sevgiyle dopdolu gönlüm, büyüdü, büyüdü, büyüdü. Bütün Dünyayı, canlısı cansızıyla, bütün evreni içine alacak kadar büyüdü. Her şeyimle tek bir yüreğe dönüştüğümü hissettim. Her şey gibi küçük eşimde, güzel eşimde bu yüreğin içindeydi. İçimi, ruhumu kasıp kavuran fırtına dindi, tek yüreğe, tek kalbe dönüşmüş benliğim, bir huzur ve mutlulukla dolup taştı.
Fakat ne yazık ki bu salt sevgiye dönüş, ilâhi huzura batıp, çıkış uzun sürmedi. Henüz Dünyadan tam anlamıyla kopmayı başaramayan nefsimin küçük bir isteği, beni o huzur ve mutluluk dünyasından çekip, alıverdi. Birden; en sevdiği oyuncağı elinden alınan bir çocuk gibi mahzun; endişelerim, korkularım, mutluluğumla, bu Dünyamdaki dünyamla kalakaldım.
O gece, defalarca yatıp, kalktım. Bir türlü gözüme uyku girmiyordu. Mutluluk kadar bir tedirginlikte beni dürtükleyip duruyordu. Uyumak için her yolu denedim ama başarılı olamadım. Bütün gece, genellikle Küçük Göl’ün kıyısında, biraz da mehtabın gümüş ışığının yıkayıp, efsunlu güzelliklerle sarıp, sarmaladığı; ince, gümüş bir tülle örttüğü orman içinde yürüdüm. Duyduğum o ilâhi mutluluğun bir anlık tadının bulaşıklığı ve kaybetmenin durağan mahzunluğu içimde olduğu halde avare, avare dolaşıp, durdum.
Ruhum artık tamamen bu Dünyaya dönmüş; bir bakıma içi boşalmış, aklım, fikrim; endişeler, korkular, mutluluklar, planlar, hesaplarla yeniden uğraşmaya başlamıştı. Bir gün sonra ne yapacağımı düşünerek sabahladım.
Sabahleyin erkenden evimin yapıldığı arsaya gittim. Musa emmi ve Rüstem ustayla aşağı yukarı aynı saatler de oraya ulaşmıştık. Üçer, beşer dakika aralıklarla diğer işçilerde geldiler. Bir gün önce; yani ben şehirdeyken, temel ve kolonların betonları dökülmüştü. Donması için bir hafta kadar beklemek zorundaydık. Rüstem usta, bu ara yapılacak başka iş yoksa işçilerin bir kısmını geri göndereceğini söyledi.
Rüstem ustaya sabaha karşı hazırladığım, üstüne yel değirmenini monte etmeyi düşündüğüm zemin üzeri iki kat yapının şemasını gösterdim. Bu, 5x5 metrelik kule gibi upuzun bir yapıydı. Rüstem usta ne için istediğimi sormadı. Büyük ihtimalle odun, kömür deposu ve bina içine su verecek deponun konulacağı yer olduğu kanısındaydı ki, bu bir bakıma doğruydu. Sadece nereye yaptırmak istediğimi sormakla yetindi. Gürül, gürül akan artezyen suyunun hemen yukarı tarafına gösterdim.
-Peki beyim deyip, yanımdan uzaklaşırken onu tekrar durdurdum.
-Yalnız bunu değil, dedim. Birde duvar yaptırmak istiyorum. Bunun için işçilerin hiç birini geri gönderme. Lütfen benimle gelir misin?
Temellerden aşağıya, güney yönüne on beş metre kadar uzaklaştıktan sonra:
-Temelden on beş metre uzağında, arsayı eninden bölen bir duvar yapmanı istiyorum dedim.
Rüstem usta şaşırarak:
-Bunu ne için istediğini sorabilir miyim? Diye sordu.
-Elbette! Bu duvar bir set görevi yapacak. Yani binayla arasını getireceğim toprakla doldurup, düzleştireceğim. Böylece bir bahçem olacak.
-Toprakla mı dolduracaksın? Ama bu çok zor.
-Biliyorum dedim. Ama insan istedikten sonra her şeyi yapabilir. Yeter ki Allah yardım etsin.
-Haklısın beyim. On beş metre uzağına mı demiştin?
-Evet! On beş metre uzağına. Bina bitince binanın ön cephesine beş metre taş döşeyip, zemini düzelttikten sonra beton dökmeni de istiyorum. Bir nevi taraça gibi olacak.
-Tamam, anladım beyim deyip, yanımdan uzaklaştı.
Bir dakika sonra, binanın temel kalıp tahtalarından birine bir çivi çakarak getirdiği ipin ucunu oraya bağladı. Elindeki şerit metrenin ucuna da çivi çaktığı tahtaya tutturarak elinde uzun bir dilme olduğu halde bana doğru geldi. On beş metreyi bulunca, elindeki dilmeyi dikti.
Sonra bana bakarak:
-Beyim, şunu bir dakika tutar mısın? Dedi.
Dilmeyi dik olarak tutarken, bir koşu su terazisini kapıp, geldi. İpi gerdirip, dilme üzerinde aşağı yukarı hareket ettirerek su terazisini dengeye getirdi. İple zemin arasındaki dilme parçasını ölçtükten sonra:
-Doksan santim dedi. Zemini düzleştirmeniz için doksan santim doldurmanız gerekiyor.
-Duvarın otuz santim çıkıntı yapmasını istiyorum.
-O zaman yüz yirmi santim. Yirmi santimde üzerine beton atıldığını düşünürsek o zaman duvarın boyu bir metre olacak demektir.
-Evet dedim. Hemen vakit kaybetmeden başlayalım. İşçilerin bir kısmı kule için çalışırken, diğerleri de duvar işine başlasın. Sonra biliyorsun, yarın düğünüm var. Yerime Musa emmi bakacak.
-Merak etme beyim, gözün arkada kalmasın.
-Siz olduğunuz müddetçe, gözümün arkada kalmayacağını biliyorum.
Rüstem usta zihninden bir takım hesaplar yaptıktan sonra:
-O zaman biraz daha kireç, çimento ve demir almamız lazım dedi. Ayrıca daha çok kum gerekecek.
-Ne gerekirse alın. Kamyonu da yeterince kum gelinceye kadar tutun. Musa emmiye para bırakacağım. Masraftan kaçınmayın. Fazla vaktimin kalmadığını her halde biliyorsun.
Rüstem usta gözlerini bir kaç parça bulutun gezindiği gökyüzünde dolaştırarak:
-Evet! Haklısın beyim, yağmurlar başlamadan betonu atmamamız gerekiyor dedi.
Rüstem ustanın işçileri seferber etmesi uzun sürmedi. Musa emmiye oldukça yüklü bir çek yazıp verdim. Bir ara şehre gittiğinde bozduracak, inşaat için kullanacaktı.
Son olarak Rüstem ustaya, bir gece önce çizdiğim elektrik döşem planını uzattım. Mesleğim elektromekanik üzerine olduğu için bu plânı hazırlamakta fazla güçlük çekmemiştim.
-Tavan betonlarını atarken, bu plana göre elektrik borularını da atmayı unutmayın dedim.
Bu isteğim karşısında Rüstem usta şaşırmıştı.
-Elektrik tesisatı da mı yaptıracaksın? Ama buralarda elektrik yok ki.
-Biliyorum ama yine de yaptırmak istiyorum.
-Galiba haklısın beyim dedi. Nasıl olsa er ya da geç elektrik buralara da gelecektir. O zaman uğraşıp, durmaktansa, şimdiden hazırlamak en iyisi. Peki, istediğin gibi boruları da attırırım.
Akşama kadar, hiç bir şeyi unutmamaya çalışarak, inşaatın devamı için her türlü tedbiri almaya çalıştım.
Akşamüzeri, güneş batarken; Musa emmi yanıma gelerek, sanki unutabilirmişim gibi:
-Unutma! Yarın düğünün var beyim dedi. Sabahleyin erkenden, hiç oyalanmadan bize geleceksin.
-Tamam Musa emmi, merak etme, unutmam.
Yalnız geçireceğim o son gecede genç delikanlılar gibi tatlı heyecanlar içindeydim. Küçük eşim, yavru kuşum burnumda tütüyordu. O gecede hiç uyuyamadan sabahlara kadar dolaşıp, durdum.
Sabaha karşı kampı toplamaya başladım. Küçük eşimin çadırını, tuvaletini, salıncağını söküp, güzelce sırt çantalarına yerleştirdiğimde tan yeri yeni, yeni ağarıyordu. Namazımı kıldıktan sonra, hiç oyalanmadan çantaları alarak Musa emmilere gittim. Vardığımda güneş yeni, yeni doğuyordu ama, onları arı kovanı gibi faaliyette buldum. Tanımadığım, bilmediğim, yüzlerini ilk defa gördüğüm kadınlar, genç kızlar ellerinde tepsiler, tencereler, öteberi olduğu hâlde koşuşturup, duruyorlardı. Bir kenarda da altları harlatılmış kazanlarda su ısıtılıyordu. Bir kaç kadın her zaman oturduğumuz çam ağacının altına serdikleri hasırın üzerine koydukları tepsiler içinde pirinç ayıklıyorlardı. Hemen ilerde üç koç meliyor, kesilmeyi bekliyorlardı.
Bu kadar çok kadının, kızın sabahın bu erken saatinde nasıl olup da buraya gelebildiklerini şaşırmaktan kendimi alamadım.
Her zaman olduğu gibi, Musa emmi koşarak yanıma geldi. Yüzü sevinçten ışıl ışıldı. Elimden tutarak ahır, kümes, depo gibi küçük binaların bulunduğu yerin arka tarafına götürdü. Koçlardan birini keserek kanını alnıma sürdü. Yine bir çocuk gibi elimden tutarak; kadınların, kızların girip çıktığı, arı kovanı gibi işleyen ana kapıdan içeri sokup, küçük bir kapının önüne getirdi.
Işıl, ışıl yüzü bir gülümsemeyle daha da aydınlandı.
-Beyim! Güzelce yıkandıktan sonra giyin, çık. Neredeyse berber gelecek.
Hamam iç içe iki odadan ibaretti. Soyunarak, yine küçük bir kapıyı açıp, esas hamama girdim. İsle kararmış ocakta bir kazan su kaynıyordu. Yan tarafta bulunan kovalar içindeki soğuk suyla ılıştırdıktan sonra hiç kullanılmamış sabunla güzelce yıkanıp, temizlendim.
Hamamın küçük kapısına çakılı çivilere asılmış tertemiz havlularla kurulanıp, soyunma, giyinme yerine geçtim. Gizli bir el- ki bu şüphesiz küçük eşimin elleriydi- giyeceğim giysileri, iç çamaşırlarını, içerde bulunan büyüklü, küçüklü tabureler üzerine koymuş; koyu yeşil renkte, nefis bir takım elbiseyi de askısıyla duvardaki çiviye asmıştı. Son derece kaliteli çamaşırlar, kaliteli beyaz bir gömlek, çoraplar, kravat, beyaz bir mendil, şık bir kemer hatta saçımı tarayacağım tarak, her şey ama her şey en ince noktasına kadar düşünülmüştü.
Duvara asılı takım elbiseyi görünce yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. Elbiseyi ya da rengini beğenmemekten değildi bu… Yazdığım gibi takım elbise çok güzeldi ve zevkle seçilmişti. Yüzümü buruşturmama neden olan, takım elbisenin niteliğinden çok, vücudumun özelliğinden kaynaklanıyordu.
Küçük yaştan beri fırsat buldukça evimizin biraz ilersinde bulunan göle yüzmeye giderdim. Yaptığım bu spor omuzlarımı genişletmişti. Bu yüzden hazır elbiseler; genellikle pantolonunda bir sorun olmamakla birlikte, ceketleri omuzlarımdan dar gelip kastırır, kalıbını bozar, acayip bir şekle sokardı. Bu yüzden ceketlerimi ısmarlama yaptırmak zorunda kalırdım.
Zevkle seçildiği, son derece kaliteli olduğu duruşundan belli olan bu takım elbisenin ceketi de; omuzlarımdan dar gelecek, omuzlarımı kastıracak ve hemen de kalıbı bozulup, acayip bir şekle bürünecekti. Fakat artık olan olmuştu. Bunu daha önceden düşünmem, ona göre tedbir almam gerekiyordu. Bunu seçen küçük eşim vücudumun bu özelliğini nereden bilecekti?
Önce gömleği, sonra çorapları, sonra da pantolonu giydim. Vücuduma kalıp gibi oturdu. Soyunma odasındaki havı dökülmüş; yer, yer kararmış küçük aynayı aşağıya indirerek nasıl durduğunu kontrol ettim. Ne bir potluk, ne de başka bir uygunsuzluk vardı. Kalıp gibi vücuduma oturmuştu. Beni hayrette bırakan şey; sanki özel, milimetrik olarak alınmış gibi boyunun da en ideal oluşuydu.
Pantolonda bir sorun çıkacağını zaten zannetmiyordum. Beni esas korkutan ceketti. Boyun bağını bağladıktan sonra korka, korka giydim ve hayretler içinde kaldım. Omuzlarıma dar gelmeden dolayı ne bir kastırma, ne de başka bir şey vardı. O da kalıp gibi vücuduma oturmuştu. Küçük eşim ne yapmışsa yapmış, nasıl becerdiyse becermiş, bu takım elbiseyi bulmayı başarmıştı.
Saçlarımı da taradıktan sonra dışarı çıktım. Eve girip çıkan kadınlar kızlar, kaşlarının altından çapkınca bir bakış fırlattıktan sonra sağa, sola kaçıştılar.
Bahçeye çıktım. Sağ tarafta bulunan küçük odanın sıkı sıkı kapalı, küçük, kırmızı gül desenli perdesini minik bir elin hafifçe araladığını fark ettim. Küçük eşim olmalıydı. İçime sıcacık bir duygu kapladı.
Bu arada dışarıya çıktığımı ayrımsayan Musa emmi yanıma yaklaşıp, omuzlarımdan tuttu. Gözlerime dikilen; sevecen, insancıl bakışlarında hayranlık vardı. Beni alıcı gözüyle tekrar süzüp:
-Maşallah beyim Maşallah! Çok yakışıklı olmuşsun, dedi.
Elimden tutarak berberin yanına götürdü. Kısa boylu, sakalsız, incecik bıyıklı zayıf yüzü bir tebessümle aydınlamış olan berber, ayakları oynayan dingildek sandalyelerden birine oturtup; kar gibi beyaz, uzun bir örtüyü önüme örterek, adeta boğmak istermiş gibi sıkıca boynumdan bir iğneyle tutturdu. Şık, şık biteviye işleyen makası, artık ak kılları rahatça seçilen oldukça uzamış saçlarımı kesmeye başladı. Tutam, tutam yere düşen saçlarımı esen hafif bir rüzgâr; sağa, sola taşıyıp, uçuruyordu. Oldukça itinalı bir saç kesiminden sonra, boynuma sıkı sıkıya tutturduğu beyaz örtüyü çıkararak topladı; ilerde, ağaçların altında zararsız bir yere silkeleyip, geri geldi. Uzun kıllı, yumuşak bir fırçayla boynumu temizledikten sonra, mis gibi sabun kokan temiz bir havluyu dolayarak, ılık suda köpürttüğü yumuşacık sabun köpüğünü yüzüme sürüp, yaymaya başladı. Usturasını bir iki klavladıktan sonra, fazla uzun olmayan sakalımı büyük bir maharetle; çabuk, çabuk bir çırpı da alıverdi. İkinci perden sonra sinekkaydı tabir edilen tıraş bitmiş oldu.
Küçük bir makasla üst dudaklarımı süsleyen bıyıklarımı ve favorilerimi de düzelttikten sonra, bir kaç adım geri çekilerek alıcı gözüyle uzun, uzun süzdü. Sağda, solda gördüğü bir iki ufak, tefek aksaklığı da düzelttikten sonra:
-Sıhhatler olsun beyim dedi.
Berber saçlarımla, sakalımla oldukça uğraşmış, emek sarf etmişti. Oldukça yüklü bahşişle birlikte ücretini uzattım. Yüzü tatlı bir gülüşle aydınlanarak:
-Hayır beyim, istemez, dedi.
-Fakat nasıl olur? Benim için göz nuru döktün, emek sarf ettin. Ücretini almalısın dedim.
-Hayır beyim dedi. İstemez. Bu da benim size bir armağanım olsun. Hem ev, hem de düğün yapıyorsunuz. Paraya benden daha çok ihtiyacınız olmalı.
Ne kadar üsteledimse de kabul ettiremedim. Bu ara Musa emmi de güzelce yıkanıp, temizlenmiş; bayramdan bayrama giydiği, artık eskimeye yüz tutmuş fakat tertemiz elbiselerini giyinmiş olarak göründü. Her zamanki gibi yüzü gülüyordu. Berberle olan küçük tartışmamızı o da duymuştu.
-Bırak beyim dedi. Ne kadar ısrar etsen almayacaktır. Bırak da, bu kadarcık bir katkıda bulunuversin.
-Peki dedim. Ellerine, kollarına sağlık. Allah razı olsun.
Konuklarımızı karşılamak için servili yolun diğer ucuna giderek bekledik. Önce davulcu ve zurnacı geldi. Musa emmi onları yerleştirdikten sonra geri döndü.
Bir kaç dakika sonra davul gümbürdemeye, zurna çalmaya başlamıştı. Böyle bir müzik ziyafetine alışkın olmayan kuşlar, gruplar halinde kaçıştılar.
Misafirlerimiz birer ikişer sökün etmeye başladılar. Kadınlar, kızlar sessizce yanımızdan geçip gidiyorlar, erkeklerse önce benimle, sonra Musa emmiyle uzun uzun sarılıp sarmaşıyorlar, sarılıp sarmaşma faslı bittikten sonra da Musa emmi onları eve kadar götürüyor, yerleştirip, geri geliyordu.
Saat ona doğru, uzak yerlerden gelen misafirlerimizi karşılamaya başladık. Horozludan, Aktepe’den atlarına, eşeklerine, arabalarına binerek, ya da yaya olarak gelmişlerdi. Davulun gümbürtüsüyle, zurnanın kıvrak sesine; at kişnemeleri, koşum şakırtıları, araba gıcırtıları, eşek anırtıları da karışmaya başlamıştı.
Davulun ahenkli gümbürtüsüyle, zurnanın kıvrak sesi bazı ihtiyar delikanlıların kanını tutuşturmuş olmalı ki, bir kaç kişi oynamaya çıkmıştı. Elleri havada büyük bir vakarla çalınan müziğe uygun ritmik hareketler yapıyorlar, sağa sola dönüp, ara sıra zıplıyorlardı.
Artık oldukça çoğalmış olan çocuklarda sağda, solda koşuşuyorlar, neşeli çığlıkları, kahkahaları; davul gümbürtüsüne, zurna sesine, at kişnemesine, eşek anırtılarına karışıyordu. Her yer mutlu bir cümbüş havası içindeydi.
Nikâhımızı kıyan uzun, aksakallı hocayla oğlu Hüseyin, diğer cemaat üyeleriyle, daha önce görmediğim iki ihtiyarda yanlarında olduğu halde öğleye yakın geldiler. Yanlarında eşleri, çocukları, torunları olduğundan oldukça kalabalık bir grup oluşturmuşlardı. Kadınlar ve çocuklar sessizce yanımızda geçip giderlerken; erkeklerle sarılıp, sarmaşmaya başladık.
İhtiyar hocanın ellerini hürmetle öptüm. Musa emmi diğer konuklara yaptığı gibi onları da eve kadar eşlik etti; yerleştirip, geri döndü.
Öğleye doğru konuklarımızın arkası kesilmiş gibiydi ama, biz yine ne olur, ne olmaz diye servili yolun başında bekliyorduk. En son Ahmet usta, yanında sonradan isminin Müşerref olduğunu öğrendiğim şişman hanımı, sekiz on yaşlarındaki kızı ve tornacı ustası İhsan usta olduğu halde geldi. Geç kaldıkları için özür dilediler. Gene âdet üzere sarılıp, sarmaşmalardan sonra Musa emmi misafirlerimizi oturacakları yerleri gösterdi.
Öğle vakti girince davul, zurna sesi şırp diye kesiliverdi. Evin önündeki küçük bir tümseğe çıkan genç Hüseyin, güzel sesiyle ezan okumaya başladı.
Ezan okunmaya başlayınca, aptes almak isteyenler için çocuklar tarafından leğenler, su dolu ibrikler koşturuluyor; küçükler bu hizmeti oyun kabul ediyorlar, neşeyle cıvıldıyorlar, isteklere cevap vermeye çalışıyorlardı.
Bir ara Cafer’i gördüm. Ayaklarında onlar için aldığım ayakkabıları ve kısacık pantolonuyla sağa sola koşuyor, alnında oluşan bir dizi terin güzel yanaklarından akışını aldırmadan, yüzü sevinçle pırıl, pırıl isteklere yetişmeye çalışıyordu.
Böylesine candan ve sevinçli koşuşturmayı, ancak bir çocuğun çok sevdikleri için yapacağını düşündüm. Çocuklar riya nedir bilmezler. Bu küçük oğlana ve diğerlerine karşı sevgim bir kat daha arttı.
Evin sağ arka tarafına gelen büyük çam ağacının altına; hasırlar, kilimler, halılar serilerek çabucak bir mescit hazırlandı.
Musa emminin bu kadar çok halısı, kilimi, hasırı olması mümkün değildi. Ballıca’da ne kadar halı, kilim, hasır, kazan, tepsi, tabak, kaşık, kap, kacak varsa toplanıp, getirilmiş olmalıydı. Yöredeki bütün bu iyi insanlar, yalnız olduğum için garip kabul ettikleri beni sahip çıkmışlar, yardım için seferber olmuşlar, ellerinden gelen her şeyi yapmayı çabalıyorlardı. Bu iyi insanlara karşı içim minnet doluydu.
Öğle namazını Aktepe köyü imamı kıldırdı. Namazdan sonra Musa emmiyle yeni misafirlerimiz gelebilir diye, yine servili yolun başına giderken, konuklarımıza yemek ikramı için yoğun bir faaliyet başlamıştı.
Evin çevresindeki uygun olan her yere yer sofraları kuruluyor, yoğun güneş ışığında parıldayan kalaylı siniler, tabaklar, içleri yemek dolu tenceler gidip, geliyor, misafirlerimizin mırıltılarına; tabak, kaşık, kap kacak sesleri karışıyordu.
Davul zurna sesinden ürküp kaçan kuşlar tekrar geri dönmüşler, az önceki gürültüden şikâyet ederlermiş gibi var güçleriyle cıvıldaşıyorlardı.
Yemek faslında en mühim görev yine çocuklara düşmüştü. Neşeyle, terden ıslanmış güzel, minik yüzleri pırıl, pırıl; ekmek isteyene ekmek, su isteyene su, yemek isteyene yemek yetiştirmeye çalışıyorlar; tatlı, ince sesleri kuş cıvıltılarına karışıyor, insana mutluluktan ağlama ihtiyacı veren bir haz veriyordu.
Yöre insanlarını, bu iyi insanları, bu gerçek insanları çok ama çok seviyordum.
Rüstem usta yanında işçiler olduğu halde gelip; sarılıp, sarmaşarak tebrik ettiler. Oyalanmadan dönmek isteyeceği bilindiği için, hemen onlara özel bir sofra kurulup, karınları doyuruldu.
Artık gelenlerin arkası tamamen kesilmişti. Bir ara Cafer gelerek babasının eteğinden çekip, bir şeyler söyledi. Musa emmi anlamamış olmalı ki; eğilerek, kulağını küçük çocuğun ağzına dayadı. Sonra anladığını belirten baş işaretini yaparak, yanıma geldi.
-Hadi beyim gel, bizde karnımızı doyuralım.
Evin arka tarafında nispeten tenha bir yere, ikimiz için küçük bir sofra kurulmuştu. Yemeğe otururken Cafer aklıma geldi. Küçük çocuk yemek boyunca sağa, sola koşturup durmuş, muhtemelen henüz yemek yiyememişti.
-Cafer’de gelse, dedim.
-Merak etme beyim, o karnını bir yerlerde doyurur.
-Hayır dedim. Cafer’inde burada, yanımızda yemesini istiyorum.
Musa emminin beni kırmayacağını, isteğimi emir kabul edeceğini biliyordum.
Oradan geçen küçük bir çocukla Cafer’i aratıp, buldurduk. Çağırttığımı söylemiş olmalılar ki; onu düşünmüş olmamdan dolayı sevinçle dolup, taşarak geldi, yüzüme bakarak ne istediğimi sordu.
-Gel Cafer! Yanımıza otur, bizimle beraber karnını doyur dedim.
Son derece terbiyeliydi. Yüzü sevinçle bir kez daha ışıldayarak, hemen yanıma diz çöküp oturdu, besmele çekerek yemeğe başladı. Terden ıslanmış güzel yüzüne baktım. Gözlerinin içi gülüyordu. Ancak mutlu bir çocuk böyle gülebilir diye düşündüm. Öyle güzel, öyle sevimliydi ki. Bir çocuğu mutlu görmek kadar dünyada insana zevk veren bir başka şey yoktur.
Yemekten sonra konuklarımız; grup, grup ağaç gölgeliklerinde toplanıp, ara sıra şen kahkahaların atıldığı, son derece samimi sohbetlere başladılar. Musa emmiyle grupları dolaşıyor, sohbetlerine katılıyor, hiç birini diğerinden ayırmıyorduk. Bu ara ikram edilen tavşankanı çay da içilmeye başlanmıştı. Tabi çayların dağıtımıyla, boşların toplanma işi yine çocuklara kalmıştı. Bacak kadar çocukların, dökmemek için bütün dikkatlerini ellerindeki çay bardakları dolu tepsilere verdiklerini, gülünç bir şekilde ilerlemeye çalıştıklarını, bazen çayları döktüklerini, ya da düşürüp, bardakları kırdıklarını görüyorduk. Bu da, gruplar arasında şen kahkahaların atılmasına, küçüklere şakacıktan sataşmalara neden oluyordu. Çok büyük bir suç işlemişler gibi kızarıp, bozarıyorlar, bazen şakacı sataşmaları ciddi alanlar; ellerinde yarı yarıya dökülmüş çay bardakları olduğu halde, ağlayarak gerisi geriye kaçıp, gidiyorlardı. Tabi onları tutup geri getirmek, türlü armağanlarla avutup susturmak, ağlamasını neden olan şakayı yapan kişiye, ya da kişilere düşüyordu.
Namaz kıldığımız büyük çam ağacının altı; orada oturan konuklarımızın sağa, sola kaydırılmak suretiyle boşaltıldığını ve orta yere bir rahle getirildiğini gördüm.
Aktepe köyü imamıyla genç Hüseyin ve onlarla beraber gelen tanımadığım diğer iki kişi, rahlenin arkasında iki yana dizildiler.
Hüseyin; güzel, yanık sesiyle Kuran okumaya başlayınca, sohbet eden grupların çıkardığı uğultu bıçakla kesilmiş gibi duruverdi. Herkes başlarını öne eğmiş, derin bir huşu içinde kendinden geçmiş, Kuran’ın o eşsiz ahengini, belâgatini kendilerine kaptırmışlardı.
Kuran ziyafetinden sonra, tanımadığım iki kişi tarafından Mevlit-i Şerif okunmaya başlandı.
Melekler tarafından peygamberimizin annesi Hz. Amine hatuna şerbet ikram edildiğini anlatan mısralara gelince, içi şerbet dolu bardaklar bulunan tepsiler koşturuldu. İçinde kavrulmuş künnarlar bulunan mis kokulu şerbetler dağıtıldı. Tabi, dağıtma ve boşları toplama işinin çocuklara düştüğünü yazmama gerek yok. Bu sevgili, alınlarından öpülesi küçük yaratıklar, hiç bir gocunma göstermeden, sızlanmadan, yorulduklarını, terlediklerini bilmeden bütün güçleriyle koşuşturup duruyorlardı. Hiç bir ayırım yapmadan, hepsine karşı derin bir minnet ve sevgiyle dolup, taşıyordum.
Mevlit bitince, aksakallı ihtiyar hoca uzun, uzun dua etti. Ellerimiz açık, başlarımız yere eğik, bütün içtenliğimizle duasını bizde katıldık, gönülden âmin dedik.
Duadan sonra bir hareketlilik gözlendi. Önce küçük eve doluşmuş kadınlar ve kızlar; kiminin kucaklarında henüz çok küçük olan çocukları olduğu halde, mevlit okunan yerin sağ tarafına, evden tarafa gelip dizildiler. Grup, grup; çömelerek, bağdaş kurarak ya da ayakta toplandılar. Gözler, sanki bir yerden komut almış gibi evin giriş kapısına çevrildi. On gün sonra, küçük eşimi ilk defa o an gördüm. Beyaz gelinliği içinde yeni açmış bir zambağa benziyordu. Yüzüne gerilen tülün puslandırdığı zayıf yüzü soluk görünüyor, gözlerini yerden ayırmıyordu.
Hacer ana, artık öz kızı kabul ettiği küçük eşimin beyaz eldivenli küçük ellerinden tutarak, alkışlar arasında yavaş, yavaş orta yere getirdi.
Babası rolünü üstlenmiş olan, gerçekten de küçük eşime karşı bir baba sevgisi duyduğunu bildiğim Musa emmi, bâkire olduğunu belirten kırmızı bir kurdeleyi beline bağladı. Sonra beni yanına götürdü. Onu öylesine özlemiştim ki, gözlerimi ondan ayırmada güçlük çekiyordum. Gözlerim onu görmek istiyor, başımı çevirmem için zorluyorlardı. Damadın, geline yiyecekmiş gibi bakıp durmasının burada, çok ayıp bir şey sayıldığını bilmesem, muhakkak ki onların bu isteğini seve, seve yerine getirirdim.
Etrafımıza çevirmiş konuklarımızın meraklı bakışları altında, isteğim üzerine küçük eşimle ikinci defa nikâhımız kıyıldı. Beni koca olarak kabul ettiğini belirten ince, kısık evetini büyük bir hazla bir kere daha işittim. Nikâhtan sonra, yapılması mutat olan dualar bitince, olduğumuz yerde ayağa kalktık. Takı merasimi başlamıştı. Önce Musa emmi yanıma gelerek; sarılıp, sarmaştıktan sonra, ceketimin yakasına küçük bir altın taktı. Buna Hacer ananın küçük eşime taktığı altın takip etti. Hacer ananın küçük eşime sarılırken gözlerinden yaşlar akıyor; gerçek bir annenin duyabileceği bir sevgiyle onu bağrına basıyordu. Sonra diğer konuklarımız; az, çok armağanlar sunmak için birbirleriyle yarıştılar.
Yapılan armağanların, tabi ki maddi kıymetleri önemli değildi. Önemli olan bu iyi insanların bizi kendilerinden biri kabul etmeleri, bizi büyük bir sevgi ve saygıyla aralarına almalarıydı.
Takı merasimi, güneş batıya doğru iyice devrilene kadar devam etti. Merasim bitince; Musa emmi üzerimdekileri, Hacer ana da küçük eşiminkileri toparlayarak bir çıkın yaptılar, daha sonra vermek üzere eve götürüp, bıraktılar. Yapılan bu takıları daha sonra, üzerine biraz daha ilâve ederek, bu iyi insanlara nişan, düğün, sünnet ya da hasta ziyareti gibi vesilelerle iade edecektik.
Minik gelinin kadife örtüler, renk renk kurdeleler ve minik çıngıraklarla süslenmiş Küheylan’ın üzerinde, önde davul ve zurna çalarak yaptığı oldukça uzun sayılabilecek bir gezinin sonunda geri geldiğinde gün iyice batıya eğilmiş, akşam yaklaşmıştı. Bu, bu yörelerde geçerli olan bir töreydi. Davul zurna eşliğinde gelini evine kadar bırakmaları gerekiyordu ama küçük evin uzak oluşu bu gezinin alışılmıştan kısa olmasına, bir bakıma yarım kalmasına neden olmuştu.
Evleri uzak, ya da önemli işi olan konuklarımız; birer, ikişer ayrılmaya başlamışlardı. Musa emmiyle servili yolun ters istikametinde dikilerek misafirlerimizi uğurlamaya başladık. Yine sarılıp, sarmaşmalar, tebrikler, hayırlı olsunlar, Allah bir yastıkta kocatsın temennileri...
Akşam vakti girince; Aktepe köyü imamı ve yanındakilerle, muhtar emmi ve bir kaç Ballıca’dan misafirimiz kalmıştı. On beş kişi kadardık. Genç Hüseyin öğle ezanını okuduğu tümseğe çıkarak yine yanık sesiyle ezan okudu. Yine çocuklar tarafından leğenler, su dolu ibrikler koşturuldu. Aptesimizi aldıktan sonra çam ağacının altındaki küçük mescidimizde namazımızı kıldık. Namazdan ve akşam yemeğini yedikten sonra içilen tavşankanı çaylarla yapılan sohbetler yatsıya kadar devam etti.
Yatsı namazı da kılındıktan sonra, yine tatlı bir koşuşturma başladı. Gecenin sessizliğini; o çok iyi bildiğim gıcırtılar, çıngırak sesleri, madeni çın çınlar yırtıyordu. Musa emmi, iki gemici fenerinin loş ışığı altında Küheylan’ın koşulu olduğu arabayı mümkün olduğunca servili yola yanaştırdı.
Her tahtası ayrı ayrı gıcırdayan, derin çatlaklarla dolu tahta tabanına bir halı serilmiş, yine derin çatlaklarla dolu kararmış yan tahtaları kurdelelerle süslenmişti. Küheylân yelesine ve koşumlarına takılan küçük kurdelelerle süslenmişti. Gösterilen ilgi ve süslerden memnun, küçük bir çocuk gibi neşeli; yelesini silkeliyor, alnındaki küçük zili şıngırdatarak başını sallıyor, düğün sevincimizi paylaşmak ister gibi ne kadar şirin olduğunun farkına varmadan ara sıra kişniyordu.
Nebahat yengenin elinde bir sandalye olduğu halde arabaya doğru koştuğunu, sandalyeyi koyup, üzerine basarak, çevik bir hareketle arabaya zıplayıp bindiğini gördüm. Hacer anayla sonradan isminin Mihriban olarak öğreneceğim hocanın hanımı, Hüseyin’in annesi olan diğer bir kadının ortasında bulunan gelin, küçük eşim; ağır, ağır yürüyerek arabanın bulunduğu yere kadar geldi. Nebahat yenge arabanın üzerinden ellerini uzatarak küçük gelinin beyaz eldivenli ellerini tutup, arabaya binmesine yardım etti. Her zaman mutsuz olarak gördüğüm mahzun yüzünün bir sevinçle aydınlandığını fark ettim. Bahtsız kadın belki yıllardan beri ilk defa seviniyor, ilk defa mutlu oluyordu.
Nebahat yenge arkasında, sağında solunda Hacer anayla Mihriban hanım olduğu halde, küçük eşim arabanın ortasında oturuyor; aralarında, saksı içinde ak bir çiçek gibi duruyordu.
Musa emmi sevinçle ışıl, ışıl gözlerini yüzüme çevirip;
-Hadi beyim dedi. Sizi evinize kadar bırakalım.
Arabanın ön tarafına, Musa emminin yanına oturdum. Dizginleri Musa emmi aldı. Arabanın sağı, solu; içlerinde muhtar emminin de bulunduğu dört atlı tarafından çevrilmişti. Bir atlı da arkadan takip ediyordu. Gece karanlıktı. İki gemici feneri getirildi. Fenerin birini, o an ismini bilmediğim, daha sonra Hüsrev olarak öğreneceğim, hafif kır saçlı, kısa boylu bir adam kapıp, aldı. Gideceğimiz yer oldukça uzak olduğundan, gecenin bu saatinde oraya kadar yürümek zor geliyor olmalı ki, diğer fenere talip çıkmayınca Aktepe köyü imamı devreye girmek zorunda kaldı.
-Hüseyin yavrum! Fenerin diğerini de sen alsan? Beyimizin bu hayırlı işini yardım etmede büyük sevap vardır deyince diğer feneri de Hüseyin aldı. Böylece yola çıkmaya hazır hale geldik.
Musa emmi her şeyin tamam olduğunu kanaat getirince:
-Hadi oğlum deyip, dizginleri hafifçe Küheylân’ın sırtına vurdu.
Yaşlı aygır, ellerindeki gemici fenerleriyle iki yandan yürüyen adamların aydınlattığı toprak yolda ilerlemeye başladı. Araba gıcırtılarına, çın çınlarına, şıngırtılarına eşlik eden beş atlının nal sesleri de karışıyordu.
Muhakkak ki burada en zor iş, ellerindeki gemici fenerleriyle yolu aydınlatan, koşmaya yakın bir hızla yürümek zorunda olan iki kişinindi. Ormandan geçerken rahatsız ettiğimiz bir kaç gece kuşu, küçük hayaletler gibi başımızın üzerinden pırlayarak uçuyorlar, bir görünüp, bir kayboluyorlardı.
Bir saat sonra tahta köprünün bulunduğu yere geldik. Küheylân’ın nalları gümbürtülerle, köprünün kararmış kalın ve ihtiyar tahtalarını dövdü. Gıcırtılara, çın çınlara bu gümbürtülerde karıştı. Arkamızdan gelen atların nal sesleriyse bir dolu sağanağının takırtılı gümbürtüsüne benziyordu.
Köprüden geçerken iki konuda endişe duyuyordum. Aklım bu iki konuya takılı kalmıştı. Birinci konu küçük eşimle ilgiliydi. Yatsının üzerinden en azından bir saat geçmişti. Küçük eşimin uyku saati çoktan gelmiş, hatta geçmek üzereydi. Uykuya olan düşkünlüğü aklıma gelince, oturduğu yerde uyuyakalacağından endişe ediyordum. Şüphesiz ki uyuyakalırsa, onu kolaylıkla kucaklar, yatağına yatırırdım ama; gerdek gecesi, yolda uyuyakalan bir gelinin öyküsü; insanların yüzlerinde hoş bir gülümsemeye yol açan, tatlı bir latife olacağı da kesindi.
İkinci endişem, hemen yanımda atını sürmeye çalışan muhtarla ilgiliydi. Ayakta güçlükle duran zayıf at; Küheylân’a ayak uydurmaya çalışıyor, her an devrilecek, her an tökezleyecek, her an kapaklanıverecekmiş gibi hemen yanında koşmaya çalışıyordu. Muhtarsa; buruş, buruş yüzü biraz daha kasılmış, tütünle sararmış pırasa bıyıkları kedi bıyıkları gibi dimdik, elleriyle eyere sıkı, sıkı tutunarak, bütün gücüyle düşmemeye çabalıyordu. Öyle gördükçe muhtarı acıyordum.
Nihayet; önümüzde koşmaya yakın hızla yürüyen adamların ellerinde sallanan gemici fenerlerinin loş ışıkları, bir hayaletler sürüsü gibi bir görünüp, bir kaybolan ulu ağaçları hayal meyal aydınlatıp göstermeye başlayınca, Küçük Ev’e gelmek üzere olduğumuzu anladım.
On dakika sonra; kazasız, belâsız Küçük Ev’e ulaşmayı muvaffak olmuştuk. Meyve bahçesinin kenarına varınca, Musa emmi arabayı yana çevirerek Küheylan’ı töskürtüp biraz geri geldi. Küçük gelin, karanlıkta bir nur topanı gibi görünüyordu. Nebahat yenge arabadan atladı. Koşup, Hüseyin’in elinden gemici fenerini kapar- casını alarak geri geldi. Arabadan ikinci inen Hacer ana oldu. Nebahat yengeyle Hacer ana ellerini uzatarak küçük gelinin inmesine yardım ettiler. En son Mihriban hanım arabadan inerek, küçük gelinin sol tarafına geçti. Boşta kalan Nebahat yenge de yolu aydınlatarak ağır, ağır Küçük Ev’e doğru ilerlediler. Bir kaç dakika sonra Küçük Ev’in kırmızı bir perdeyle kapatılmış tek penceresi, fenerin önünde ardında gelip gidenlerin etkisiyle kırpışan ışığıyla kırmızı, iri bir göz gibi görünmeye başlamıştı.
Kadınlar içerde fazla oyalanmadılar; çabuk, çabuk yürüyerek, sessizce yanımızdan geçip arabaya bindiler. Götürdükleri feneri içerde bırakmışlardı.
Musa emmi yüzünde gülücükler saçarak yanıma geldi. Yine her zamanki candanlığıyla sarılıp, sarmaştıktan sonra; sevinçle dolup taşarak yüzüme baktı.
-Eh! Artık beyim, helâlin orada seni bekliyor, onu bekletme, hadi hayırlı geceler deyip, elime küçük bir kutu tutuşturarak, adet oldu üzere, sırtıma belli belirsiz bir yumruk vurdu.
Elime tutuşturduğu kutu için, bu ne diye sormama fırsat bırakmadan Küheylân’ın dizginlerini tutarak, usta bir manevrayla arabayı döndürdü. Arkalarında eşlik eden atlılar olduğu halde; gıcır, gıcır gıcırdayarak, çın çın öterek ormanın karanlığında kayboldular.
Ağır ağır, heyecandan bacaklarım dolanarak Küçük Ev’e doğru yürüdüm. İçim içime sığmıyordu. Bu heyecanımı küçük eşime olan özlemim körüklüyordu.
Küçük kapı açılırken rahatsız eden bir sesle gıcırdadı. Fakat bana rahatsız etmedi. Aklım fikrim küçük eşimdeydi. Ağır ağır odaya girdim.
İlk dikkatimi çeken; kapının tam karşısındaki ahşap duvara asılmış, yaldızlı harfleri odadaki gemici fenerinin loş ışığıyla aydınlanan Besmele-i Şerif oldu. Onun altında da, bez bir torbanın içinde Mushaf asılıydı.
Musa emminin bizim için çaktığı tahta karyola güzelce döşenmişti ve ayakucuna yakın bir yerinde küçük eşim oturuyordu. O haliyle odanın loş atmosferinde açmaya hazırlanan beyaz bir gül goncasına benziyordu.
İçeriye girdiğimi görünce yayına basılmış gibi ayağa fırladı ve başını yere doğru eğdi. Kapıyı kapatarak ona doğru yürüdüm. Heyecandan ellerim titreyerek yüzünü örten duvağını kaldırdım. Zayıf yüzü ortaya çıktı. Başını belli belirsiz kaldırdı. Fakat sanki bana dargınmış gibi gözlerini yere doğru bir parça daha eğdi. Uyuyormuş gibi inik gözkapakları gözlerinin rengine, açık yeşile boyanmıştı. Loş aydınlıkta olduğundan daha iri görünüyorlar, adeta küçük yüzünü tamamen kaplıyorlardı.
Belli belirsiz olan kaşlarını bir kalemle çizip, daha netleştirmiş; minik burnunun altındaki küçük ağzını çevreleyen etsiz dudaklarını pembe renk bir rujla hatlarını belli edecek şekilde boyamıştı. Losyonu olan gül kokusuna; yüzündeki buruşuklukları, kırışıklıkları, çizgileri birazda olsa örtüp gizlemek için kullandığı pudranın kokusu karışmıştı.
Bu küçük kız, küçük eşim benim için süslenmeye, güzelleşmeye çalışmıştı. Bu hareketi öylesine hoşuma gitti ki, kalbim heyecan ve mutlulukla çatlayacakmış gibi çarpıyor, bana bir ağlama duygusu veriyordu.
Eğilerek alnından öpüp, onu ne kadar çok sevdiğimi, ne kadar çok özlediğimi söyledim. Gözkapaklarını kaldırarak o nefis çocuksu gözleriyle yüzüme bakmasını beklerken; engel olamadığı, güçlükle zapt etmeye çalıştığı bir kahkahanın belirtisi olarak, zayıf omuzları sarsılarak kıkırdadı, fakat yüzünü kaldırıp bakmadı.
Bu tutumu garibime gitmiş ve beni şaşırtmıştı. Ne oluyor diye düşünürken son anda Musa emminin elime tutuşturduğu küçük kutu hatırıma geldi, hemencecik meseleyi çözüverdim.
Bu yörelerdeki âdet üzere gerdek gecesinde küçük eşim konuşmak için benden yüzgörümlüğü istiyordu. Musa emminin verdiği küçük kutuyu açtım. İçinden kulpuna kırmızı bir kurdele takılı küçük bir altın çıktı.
Elimi duvağının altından soktum. Kırmızı kurdeleyi boynundan geçirerek fiyonk yapıp, bağladım.
Altının takılma işlemi bitince, tel duvaklı başı kalkıp, gözkapakları şırp diye açılıverdi. Odanın loş ışığında kedi gözleri gibi ışılayan; içinde muzip, alaycı ışıkların yanıp söndüğü, gönlünce oynaştığı afacan çocuk gözleri belirdi.
Gözlerini iri iri açıp, bir çocuk safiyetiyle:
-Oh be dedi. Az kalsın yüz görümlülüğünü unuttun sandım. Hacer ana dedi ki; buralarda âdetmiş, gelin yüzgörümlüğü takılmadan damatla konuşmazmış.
Söyleyişi öylesine saf ve çocukçaydı ki, gülümsemekten kendimi alamadım.
O alaycı, muzip bakışlarına aynen karşılık vererek:
-Bak sen... Peki! Yüz görümlüğünü unutsaydım benimle konuşmayacak mıydın? Diye sordum.
Son derece zor bir sorunun cevabını arar gibi; ciddi, ciddi düşünüp, cevap verdi.
-Konuşurdum herhalde. Elbette konuşurdum.
Gözlerini tekrar kocaman kocaman açıp, tatlı tatlı gülümseyerek devam etti.
-Düşünsene; sen yüz görümlüğünü unutmuşsun, ben de inat etmişim, seninle konuşmamışım. İlk gecemizi böyle, birbirimize dargın gibi konuşmadan geçirmek zorunda kalmışız. Ne kadar gülünç olurdu değil mi?
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
-Zannederim öyle.
Gözleri sevinçle parıldadı:
-Biliyor musun? Artık ben namazda kılıyorum.
-Gerçekten buna çok sevindim.
Şişinerek, gururla devam etti.
-Tam dört tane de sure ezberledim.
Bir an yüzüme baktı. Sevinçle pırıldayan çocuksu gözlerini daha da açarak:
-Okuma mı ister misin? Diye sordu.
Cevap vermemi beklemeden diz çökerek, beyaz eldivenli küçük ellerini dizlerinin üzerine koydu. Zayıf, soluk yüzünü eğip, büyük bir ciddiyetle; önce Fatiha, sonra Asr ve Kevser, en sonra da İhlâs surelerini okudu. Sadakallahülazim demeyi de unutmadı. Yayından kurtulmuş gibi doğrularak, sevinç ve gururla ışılayan gözlerini bir kez daha gözlerime dikerek:
-Nasıl, doğru okudum mu? Diye sordu.
-Aferin dedim. Doğru okudun. Bütün bunları sana Hacer ana mı öğretti?
Sevinçle şakıyarak:
-Evet dedi. Sonra Hacer ana dedi ki; geldiğinde çok konuşup, dırdır etmemem gerekiyormuş. Dırdır eden kadınları erkekler sevmezmiş. Sonra Hacer ana dedi ki…
Ne söyleyeceğini unutmuş gibi bir an durakladı.
-Eee! Hacer ana daha neler öğretti diye sorarak konuşmaya teşvik ettim.
-Hacer ana dedi ki, bir kadın kocası eve geldiğinde her şeyden önce aç olup, olmadığını sormalıymış.
Çocuksu gözleri birdenbire ciddileşiverdi.
-Yeni geldiğine göre… İşte soruyorum dedi. Karnın aç mı? Senin için bir şeyler hazırlamamı ister misin?
Kendimi aç hissetmiyordum ama, küçük eşim aç olabilirdi.
-İstersen beraberce bir kaç lokma yiyebiliriz dedim.
Hemen itiraz etti.
-Hayııır! Benim isteğim değil, senin isteğin önemli. Senin için bir şeyler hazırlamamı ister misin?
Anadolu kadınlarına özgü, o muhteşem özveri… Kendini, erkeğine köle yaparcasına adama… Sevip, saygı duyma.. Hacer ana her şeyden önce, küçük eşime bunu öğretmeye çalışmıştı. O da bütün içtenliğiyle hemen kabullenivermişti.
Gözlerini iri, iri açmış, vereceğim cevabı bekliyordu.
-Peki! Beraber bir kaç lokma yiyebiliriz dedim.
Zayıf yüzü sevinçle aydınlandı.
-Peki, tamam. Şimdi bir şeyler hazırlarım deyip, ocağa doğru dönerken ellerindeki beyaz eldivenler hatırına geldi. Çabucak çıkarıp, bir kenara güzelce koyduktan sonra gelinliğinin eteğini kınalı elleriyle toplayıp, kaldırdı; minik, beyaz ayakları göründü. Bir çocuk gibi, hiç düşünmeden ocağa doğru koştu.
-Heyy! Dikkat et, gelinliğini kirleteceksin diye bağırdım.
Fakat, göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir anda, olanlar oldu, gelinliğinin kollarından birine, ocaktan minik bir karalık bulaşıverdi.
Gözleri iri, iri açılmış, şaşkınlıkla lekeyi bir an inanmaz gözlerle baktı, yüzünü buruşturup, ağlamaya hazırlandı.
-Görüyor musun, görüyor musun? Koca sözü dinlememenin cezasını çekiyorum işte diye sızlandı.
Hazır kıta bekleyen gözyaşlarından iki damlası çoktan akıp, zayıf yanaklarını ıslatmıştı. Onu teselli edip, avutmak elbette bana düşüyordu. Yanına yaklaşarak; omuzlarından tutup, bağrıma bastım.
Yanaklarından öperek:
-Zararı yok, dedim. Gerekirse temizleyiciye gönderebiliriz. Hem… Ömür boyu böyle gelin olarak dolaşmak istemiyorsan, pekâlâ üzerini değişip, daha rahat bir şeyler giyebilirsin.
-Haklısın! Gelinliğimi daha fazla berbat etmeden değiştirsem iyi olacak deyip karyolanın ayakucuna doğru gitti. Üzerime dikilen kocaman gözlerinde ifade bulan bakışlarından ne istediğini hemen anladım.
-Tamam! Sırtımı dönüyorum. Rahatlıkla soyunup, giyinebilirsin. Merak etme, seni gözetlemem deyip, sırtıma döndüm.
Bir, iki dakika kadar; çıkarılan, giyilen giysilerin hışırtısı duyuldu. Nihayet:
-Tamam artık dönebilirsin dedi.
Üzerinde; koyu mavi renk, topuklarına kadar inen, belinden bir kuşakla büzgülü, son derece zarif, onu olduğundan daha boylu gösteren bir sabahlık vardı. Kısa; kıvır, kıvır sarı saçları biraz daha uzamış, pembe kulaklarını örtüyordu. Öylesine hoş görünüyordu ki; böyle birdenbire karşıma çıkıverişi, ona olan özlemimi bütün şiddetiyle hissetmeme neden oldu. O sarı, küçük kafayı sevgiyle bağrıma basıp; kıvır, kıvır saçlarını öpüp, koklamak için delice bir arzu duydum.
Bu güçlü arzunun gözlerimde çakan şimşeğini hemen fark etti. Ama, yanlış yorumlamış olmalı ki; yüzü kızardı, tatlı bir pembelik solgun yüzünü kapladı. Bir an panikler gibi, gözlerini saklamaya çalıştı. Öylece, ne yapacağını bilemez gibi şaşkın kalakaldı. Sonra, bir ceylan gibi sekerek ocağa doğru koşup, bir kenarda duran çalı çırpıyı, yine orada bir yerde duran küçük çıra parçalarıyla kolaylıkla tutuşturdu. Harlayan ateşin oynak alevlerinin üzerine, küçük bir tencere koyarak karıştırmaya başladı. Sonra da, nereden aklına geldiyse geldi, başını çevirmeden bana şunları söyledi.
-Hep böyle damat kalmak istemiyorsan üzerini değişsen? O güzel giysilerini benim gibi kirletebilirsin.
Biraz önce söylediklerimi tekrarlama sırası ona gelmiş gibi kıkırdayarak devam etti.
-Orada rahatlıkla değişebilirsin. Merak etme seni gözetlemem.
-Peki deyip, küçük karyolanın yanına giderek, soyundum. Karyola üzerine muntazam olarak konulmuş pijamalarımı giyip, küçük masanın yanında bulunan taburelerden birine oturdum.
Yeterince ısınınca, bir tabağın içine bir miktar yemek koydu. Yanında bir bardakta ayran olduğu halde getirirken küçük elleri titriyordu.
-Buyur, afiyet osun derken de sesi zayıf ve çatallıydı.
Kendisi için de bir parça yemek koyduktan sonra, karşıma geçip, oturdu. Gözlerini kaçırıyor, bana bakmaya cesaret edemiyor gibiydi.
-Kendin için çok az koymuşsun dedim.
-Hiç iştahım yok. Sen ye, afiyet olsun derken sesi yine titrek, telaşlı ve çatallıydı.
Aktepe köyünden dönerken ki hâli gözümün önüne geldi. Orada da mânâsız bir korkuya kapıldığını, bu korku yüzünden iç dünyasının allak bullak olduğunu anımsadım. Ama neden? Benden korkması için hiç bir neden yoktu ki...
Belki de yanılıyorum diye düşündüm. Belki de bu, gerdek gecesinde her genç kızın duyduğu cinsten bir heyecan ya da korkuydu. Bir nevi ilk gece sendromu…
Esasında pek yiyesim yoktu ama, bu yemeği benim için hazırlamış, bunun uğruna da gelinliğini kirletmişti. Bu nedenle, kendimi bir parça zorlayarak, bir parça da mis gibi ayranın yardımıyla tabağımdaki yemeği bitirmeye başarabildim.
Tabağımı boşalttığımı görünce:
-Biraz daha ister misin? Diye sordu. Bu an gözlerimiz birbirine takıldı. Aktepe köyünden dönerken gözlerinde gördüğüm o soğuk parıltı gözbebeklerine saplanıvermişti. Yüzü de kül rengindeydi.
Onu anlamaya çalışarak:
-Hayır! Teşekkür ederim, doydum dedim.
-Afiyet olsun deyip, önümdeki boş tabağı alırken elleriyle beraber bütün vücudunun da titrediğini, titremesini engel olmak için bütün iradesini kullandığını, fakat başaramadığını fark ettim.
Boş tabakları ocağın yanında bir yere koyduktan sonra, elinde leğen ve su dolu ibrik olduğu halde yanıma geldi.
-Buyur! Ellerini yıka dedi.
-Ellerimi kendim yıkayabilirim, bunun için bana hizmet etmen gereksiz dedim.
Gözlerini; o buz gibi soğuk çelik parıltısının saplandığı, her şeye rağmen, çok ama çok güzel olan gözlerini gözlerime dikti. Bunun için bütün gücünü, bütün gayretini harcadığı belliydi. Vücudundaki kanı çekilmiş, yüzü iyice solmuştu. Bütün gayretiyle sesinin titremesini engel olmaya çalışarak:
-Hayır, dedi. Bu benim görevim. Lütfen hizmet etmeme izin ver.
-Bu seni mutlu edecekse peki dedim.
Küçük eşimin yardımıyla ellerimi yıkadım. Ağzımı sabunlarken sordu.
-Diş fırçanı getireyim mi?
-Evet, lütfen.
Yerinden fırlayarak, diş fırçamı macunuyla beraber getirmesi bir oldu.
Dişlerimi fırçaladıktan sonra, masanın yanındaki taburelerden birine oturdum. Ellerini yıkayıp, dişlerini fırçaladıktan sonra karşıma gelip, oturdu.
Yatmadan önce iki rekât şükür namazı kılmamız gerekiyordu. Aptesim vardı.
-İki rekât şükür namazı kılmamız gerek dedim. Aptesin yoksa hemen alır mısın?
Yine gözlerini kaçırmaya çalışarak:
-Hayır! Aptesim var. Buraya gelmeden önce Hacer ana aptes aldırıp, öyle yola çıkardı.
Küçük eşim biraz arkamda olmak üzere yan yana durup, ikişer rekât namaz kıldık; uzun, uzun dualar ettik.
Namazdan sonra, küçük masaya karşılıklı oturduk. Ne yapacağımızı bilemez gibiydik. Ara sıra birbirimize bakıyor, gülümsemeye çalışıyorduk. Güzel gözlerine yine o soğuk çelik pırıltısı daha güçlü, daha keskin olarak gelip, yerleşmişti. Bütün engel olma gayretlerine rağmen vücudu hazan yaprağı gibi titriyordu. Yine ısrarla gözlerini benden kaçırmaya, göz göze gelmemeye çalışıyor, bunu da istemeden yapıyordu. Her şeye rağmen teklif etmek zorundaydım.
-Epey geç oldu. Artık yatsak mı?
-Tabi dedi. Yalnız bir kaç dakika izin ver. Bir, iki küçük işim var. Sen yat. Ben hemen geliyorum.
Zamana ihtiyacı olmalıydı. Yatağa giderek, yorganı açıp, içine girdim. Küçük eşim; sağa, sola gidip, geliyordu. Biraz önce kullandığımız leğendeki suyu dökme, tabaklardaki bulaşığı bir kâğıt mendille sıyırma gibi pekte önemli olmayan işleri yapıp, bitirdikten sonra; ellerini yeniden yıkadı. Tereddüt eder gibiydi. Sonra ani bir kararla bulunduğum yere dönerek; yatıp, yatmadığıma baktı. Bir ara yine göz göze geldik. Baktığımı görünce gözlerini yere indirdi. Yine bir anlık tereddütten sonra, ani bir kararla koşarak Küçük Ev’imizi aydınlatan gemici fenerinin yanına gitti. Fitilini mümkün olduğunca, içinde minicik, kırmızı bir nokta kalıncaya kadar kıstı. Sanki loşluğa ya da karanlığa sığınmak ister gibiydi.
Koşup, yatağın yanına gelerek, uzun sabahlığını çıkardı. Üzerinde; kürdan gibi zayıf, ak bacaklarını ortada bırakan kısacık bir gecelik vardı. Büyük bir tehlikeden kaçıyormuş da bir sığınak bulmuş gibi telaşla kendini yorganın içine attı. Yavaşça sokularak, başını omzuma koydu.
Kollarımı uzatıp, zayıf vücudunu kavrayarak, kendime doğru çektim. Küçük vücudu inanılmaz derecede titriyordu. Bütün gayretiyle titremesini engel olmaya çalıştığını fark ediyordum. Onu sevgiyle bağrıma basarak, heyecanının bir parça yatışmasını bekledim.
Pasif davrandığımı fark edince, öpmem için başını hafifçe kaldırıp dudaklarını bana doğru uzattı. Bu hareketi içimde bir kıvılcımın çakmasına neden oldu. Sanki damarlarımda kan değil de benzin dolaşıyormuş gibi bütün vücudum harladı. İçimde kan yerine bir alev dolanmaya başladı. Uzanan minicik dudaklarını arzuyla öptüm. Fakat o an, birdenbire, beklemediğim bir olay oldu. Kollarımda sıktığım vücudu bir balon gibi sönüp, pelteleşiverdi. Vücudundaki bütün hayatiyet gitmiş, boşalmış gibiydi. Dehşetle gerçeği fark ettim.
Birdenbire, sevdiği erkeğine karşı evlilikle üzerine yüklenen sorumluğun yükü; zayıf, güçsüz, küçük vücuduna ağır gelmiş, bu yükün altında ezilivermişti. Fakat her şeye rağmen çok sevdiğinden, üzerine düşen görevlerini yapmayı çabalayarak, beni mutlu etmeye çalışıyordu. Türlü nedenlerle gereği gibi gelişemeyen vücudunun bu görevleri layıkıyla başaramayacağını da biliyordu. Bu da onda, bir kendine güvensizlik meydana getiriyor, bu güvensizliğin sonucu olarak da; iç dünyasını, ruhunu allak bullak eden büyük bir korkuya neden oluyordu.
Fakat ne olursa olsun, artık hareket alanının kalmadığını, bu işe bir nokta koymak zorunda olduğunun da farkındaydı. Bu yüzden korkusu, tam bir teslim oluşa dönüşmüştü. Kadere tam bir teslim oluş... Sonuç ne olursa olsun, tam bir teslimiyet… Tam bir ümitsizlik… Boynunu kütüğün üzerine uzatarak baltanın inmesine bekleyen bir mahkûmun ümitsiz teslimiyeti... Küçük eşim sevgisi nedeniyle, hiç ikirciklenmeden kendini benim için kurban etmeye hazırlanıyordu.
Küçük yüzünü avuçlarıma alarak, alnını sevgiyle öptüm. Sevgi ve şefkatle dolup taşarak; tekrar, tekrar onu bağrıma bastım. Onu çok ama çok sevdiğimi söyledim.
Arzunun aleviyle tutuşmuşken birden oluşan bu değişikliği ayrımsamakta gecikmedi. İç dünyasını allak, bullak eden korku fırtınasını ve nedenini fark ettiğimi anlamıştı.
Son bir ümit kırıntısıyla çırpınarak:
-Seni seviyorum, seni seviyorum. Mutlu olmanı istiyorum diye fısıldadı.
Avuçlarım arasındaki küçük yüzünü öpücüklere boğup:
-Biliyorum güzelim, beni sevdiğini biliyorum, dedim.
Gözleri iri, iri açılıp, buğulanmıştı. Odanın loşluğunda iri pırlantalar gibi nemli, nemli ışılıyordu. Bir kez daha yüzüme yalvarır gibi bakarak:
-Ama neden, neden? Bu senin hakkın dedi.
Onu bir kez daha sevgi ve şefkatle dolu, dolu öperek:
-Henüz hazır olduğunu zannetmiyorum dedim.
Vücudunu vücuduma biraz daha yaklaştırarak:
-Hayır, hayır yanılıyorsun. Lütfen...... Lütfen diye inledi.
Başını avuçlarıma alarak bütün sevgimi akıtmak ister gibi gözlerinin derinliklerine baktım. Bütün sevgim gözbebeklerimde ifade buluyor olmalıydı. Bu bakışlarıma ruhunun derinliklerinden gelen nurlu ışıltılarla karşılık verdi.
Onu bir kez daha öperek:
-Seni nasıl sevdiğimi anlamıyor musun? Seni mutlu görürsem mutlu olacağımı anlamıyor musun? Diye sordum.
Birden gözlerine derin ve içten bir yalvarma ifadesi doldurdu. Başını biraz daha yaklaştırarak:
-Hayır, hayır lütfen… Ben çok mutluyum. İnan ki çok mutluyum dedi.
-Bunun ne kadar önemli olduğunu yeterince kavradığını zannetmiyorum dedim. Anlamıyor musun? En güzel ve mutlulukla dolu olması gereken bu geceden sana kalan tek hatıra, acı ve korku olacak.
Hayır bir tanem hayır. Anlamaya çalış. Çok ama çok mutlu olman gereken bu gecenden, sadece korkuyu ve acıyı hatırlayacaksın. Belki de ömrün boyunca, bu korku ve acıdan kendini kurtaramayacaksın.
Tam bir teslimiyet, tam bir özveriyle deliler gibi yalvarmaya başladı.
-Lütfen, lütfen… Aldanıyorsun. Seni mutlu etmek istiyorum. Buna ihtiyacın olduğunu biliyorum. Lütfen! Reddetme beni dedi.
-Bunun benim için ne kadar önemli olduğunu görmüyor musun? Geçici, hayvani bir zevk için seni nasıl kıyabilirim? Anlamıyor musun? Seni seviyorum. Seni kendi nefsimden bile daha çok seviyorum. Böyle davranırsam, bütün ömrüm boyunca kendimi sana karşı hayvanca davranmakla suçlayıp duracağım. Benim için şehvetin bile insanca olduğunu anlamıyor musun?
-Ama nasıl olur, nasıl olur? Lütfen...
-Seven iki kişinin birleşmesi; tek ruh, tek vücut olması kadar insana haz ve mutluluk veren başka bir olayın olduğunu bilmiyorum. Karı koca için Allah’ın verdiği çok güzel bir nimettir bu. Mutluluğunda temel taşıdır. Seninle el ele, bu zevkler ve mutluluklar dünyasına beraberce uçabiliriz. Bunun için ikimizin de hazır olması gerek. Tek kanatlı kuş uçamaz.
-Fakat neden? Bunun için duygularım pek önemli değil ki. Ben pasifim.
-Hayır yanılıyorsun. Hazır olduğunda çok büyük zevk ve mutluluk duyacağını biliyorum. Bir gün, bu güzel olaya aktif olarak katılmayı öğreneceksin.
Yüzünü avuçlarımın arasından kurtararak, başını bağrıma bastırıp, ağlamaya başladı. Küçük vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu.
-Beni beğenmiyorsun, beğenmiyorsun. Beni istemiyorsun. Çok çirkin bir kız olduğumu biliyorum. Benimle acıdığın için evlendin değil mi?
Ona deliler gibi sarılıp, öptüm, öptüm, öptüm.
-Hayır bir tanem, hayır küçük kuşum, hayır sarı gülüm. Seni çok seviyorum. Sen çok güzel bir kızsın. Seninle, seni sevdiğim için evlendiğimi biliyorsun.
Hıçkırıklarla sarsılarak:
-Beni istemiyorsun, istemiyorsun, diye inledi.
-Hayır güzelim, hayır bir tanem. Şu anda senden başka istediğim başka bir şey yok. Seni deliler gibi istiyorum, seni deliler gibi arzuluyorum.
-Hayır! Beni sevmiyorsun, beni istemiyorsun. Ben arzu edilmeyecek, istenmeyecek kadar çirkin bir kızım. Bana yalan söylüyorsun.
Gözyaşlarıyla ıslanmış zayıf yüzünü tekrar öperek:
-Hayatım boyunca yalan söylemedim dedim. Yalan söylemeyi beceremediğimi biliyorsun.
Küçük başını kaldırdı. Zayıf yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Gözlerindeki soğuk çelik ışıltısı gitmiş, yerine yumuşacık bir sevgi parıltısı yerleşmişti. Sevgiyle dolu, dolu yüzüme bakıp; sessizce, yumuşak bir hareketle başını göğsüme yerleştirdi. Derin bir iç geçirdikten sonra:
-Affet beni, lütfen affet. Haklısın, yerden göğe kadar haklısın. Hiç bir şey duymuyorum. Ben doğru dürüst bir kadın bile değilim dedi.
Küçük yüzünü avuçlarım arasına tekrar hapsedip, güzel gözlerinden öptüm.
-Hayır, kendine iftira etme. Senin çok güzel bir kız, bir kadın olduğunu biliyorum. Yalnız bir parça zamana ihtiyacın var.
İsyan eder gibi bağırdı.
-Zamana mı ihtiyacım var? Fakat… Fakat neredeyse on dokuz yaşıma gireceğim.
-Geçmişindeki düzensiz yaşantını hatırla. Eroin normal gelişmeni bir parça engel olmuş olmalı.
-Haklısın, fakat ya normale dönemezsem?
-Kendini iyi bakarak, beslenmeni dikkat ederek, kısa zamanda toparlanacağına eminim. Her kadının kadınlığını takip edebildiği bir barometresi vardır.
-Barometre mi?.. Yani... Regl mi?
-Evet! Kadınlığını onunla takip edebilirsin. Normale döndüğünde her şey normal demektir.
-Galiba yine haklısın. Dediğin gibi; bir buçuk iki ayda, hem de belli belirsiz.
-Kısa sayılacak bir zaman içinde; kendini iyi baktığın takdirde, normale döneceğinden eminim. İstersen seni doktora da götürebilirim.
-Hayır, doktora gitmek istemiyorum. En azından şimdilik.
-Peki, nasıl istersen.
Bir an düşündü, bir konuda tereddüt eder gibiydi.
-Peki söyler misin bana? Hacer ana merak edip, her şeyi öğrenmek isteyecektir. Ona ne diyeceğim?
-Her ailenin kendine özgü bazı sırları olur, bu da bizim sırrımız olsun. Hacer anaya her şeyi anlatman gerekmez. Sorarsa, her şeyin normal olduğunu söylersin.
-Peki, dediğin gibi yaparım. Bir an duraklayıp, devam etti.
-Biliyor musun? Krizlerimde içirip durduğun pekmez bana çok iyi gelmişti. Pekmez içsem, toparlanmama yardım eder mi dersin?
-Zannederim eder. Bildiğim kadarıyla pekmez çok besleyici ve kan yapıcıdır. Tabi her şey gibi onun da fazlası zararlı olabilir. Her gece yatarken bir fincan içsen yeter zannediyorum.
-O zaman neden bekleyeyim? Hemen bu geceden başlayayım deyip, yerinden fırladı. Küçük masanın üzerinde duran gemici fenerinin iyice kısık fitilini bir parça yukarıya kaldırarak alevlenmesini sağladı. Odaya dolduran loş ışık altında, şeffaf geceliğinin içindeki zayıf vücudu görünüyordu. Yarı çıplak olduğunu unutmuş gibiydi.
-Üzerine bir şey al, üşüyeceksin dedim.
Neşeli ve çapkınca bir bakış fırlattıktan sonra; koşarak geldi, sabahlığını alarak giydi. Sağ dip köşede, ocağın yanında, üstü örtülü yiyecek arabamızdan pekmez bidonunu çıkarıp, yarım bardak koyarak içti. Yiyecek arabamızla beraber sırt çantamızın da orada olduğunu gördüm. Düğün günü; diğer malzemelerle birlikte getirilmiş olmalıydılar. Ağzını çalkaladıktan sonra çabucak, bir ceylan gibi sekerek koştu, bir hamlede gemici fenerini eski haline getirdi. Geceliği hışırdatarak çıkarıp, bir kenara attı. Yatağa girip, sarılırken öpmem için dudaklarını uzattı. Ağzını çalkalamış olmasına rağmen pekmez kokuyordu. Dudaklarında pekmez tadı vardı.
Gülerek:
-Pekmez kokuyorsun dedim. Seni öpünce pekmez içmiş gibi oldum.
Kıkır kıkır, bir çocuk gibi gülerek:
-Normale dönünceye kadar bunu dayanmak zorundasın. Hem sen pekmez severdin değil mi?
-Evet haklısın. Ayrıca onu dudaklarından içmek pek hoş.
Dudaklarını sevgiyle tekrar uzatarak:
-İstersen bir daha dene dedi. Belki de kanmamışsındır.
Uzattığı dudaklarını doya, doya sevgiyle dolup taşarak, öptüm, öptüm. Gecenin karanlığında, mutlulukla dolup taşan gözleri bir çift elmas gibi parıldıyordu. Küçük başını; omuzlarıma itinayla sağa, sola oynatarak güzelce yerleştirdi. Bir çiçeği koklar gibi derin soluklar alarak uyudu.
O gece hiç uyumadım. Omuzlarımda yatan sevgili varlığın soluk alışverişlerini dinledim. Yüzüne düşen perçemleri kaldırıp, zayıf yüzünü uzun, uzun seyrettim. Burnumu gıdıklayan; kıvır, kıvır sarı saçlarına sinişmiş gül kokusuyla harman olmuş ten kokusunu içim hazla ürpererek doyasıya kokladım. Öylesine mutluydum ki... Hiç bir erkek, gerdek gecesini benim kadar mutlu geçirmiş olamazdı.
Sabah namazı vakti yaklaşınca uyandırmamaya gayret ederek başının altındaki kolumu kurtarmayı çalışırken gözlerini açtı. Tatlı, tatlı gülümsedi. Öylesine güzeldi ki. İçim sıcacık bir sevgiyle dolup, taşıverdi.
-Hayır sabahlar bir tanem, dedim.
-Hayırlı sabahlar diyerek zayıf kollarını boynuma dolayıp uzun, uzun dudaklarımdan öptü. Şehvetin sertliği olmayan, som sevginin yumuşacık öpüşüydü bu. Yüzünü biraz uzaklaştırıp, yüzüme baktı. Gözlerine yine o afacan çocuk bakışları gelip, yerleşiverdi. Bu bakışın içinde bir soru, bir merakta vardı.
-Ne dersin? Banyo almam gerekiyor mu?
-Zannederim alsan iyi olur dedim.
Vücudunu örtmeye çalışarak ayağa kalktı. Çabucak sabahlığını giyerek ocağa doğru yöneldi. Ateş yakışını seyrederken uyuyakalmışım. Bir dudağın yanağıma yaptığı yumuşacık baskıyla uyandım. Küçük eşim tam karşımdaydı, gülümsüyordu.
-O kadar güzel uyuyordun ki seni uyandırmaya kıyamadım. Ama sabah namazını geçirmek istemeyeceğini biliyorum. Su hazır, istersen banyoya gidebilirsin.
Banyoya doğru giderken, arkamdan seslendi.
-Namazımı kılayım mı, yoksa seni mi bekleyeyim?
-Beni bekle. Hemen çıkarım.
Namazımızı beraberce kıldık. Uzun, uzun dualar ettik. Kalktığımda; küçük eşim ellerini açmış, kendinden geçmiş gibi içtenlikle duaya devam ediyordu. Beyaz bir başörtüsüyle hapsolmuş güzel yüzü, duru bir aklığa bürünmüştü. Minik ellerini yüzüne sürerken bakıp, gülümsedi.
-Karnın acıkmış olmalı. Merak etme, hemen kahvaltıyı hazırlarım deyip, yerinden fırladı.
Bana dünyanın en güzel kahvaltısını hazırladı. Taze mısır ekmeği, tereyağı, bal ve tabi bol, bol çay.
Kahvaltıdan sonra:
-Hadi dedim. Şöyle bir gezintiye çıkalım. Ne zamandan beri gezinti yapmadık.
Yüzüme çocukça bir şaşkınlıkla bakarak:
-Fakat Hacer ana dedi ki, üç gün dışarı çıkmamamız gerekiyormuş.
Gülerek:
-Hacer ana kaçamağımızı nereden bilecek? Hadi hazırlan. Kısa da olsa şöyle bir gezinti yapalım. Merak etme, Hacer anaya yakalanmayız.
Bu kaçamağa dünden razıydı. Birbirlerini ayartıp, okuldan kaçan çocuklar gibi, heyecanla evden çıktık. Beş dakika sonra ulu ağaçlarla dolu tepelerden birine varmıştık. Minik elini avucuma almıştım. Bu halimizle, kır gezisine çıkmış genç âşıklara benziyorduk. Bir dakika sonra küçük eşimin çocuk ruhu baskın çıkmış, ağır başlı kadın görünümünden sıyrılıp, afacan bir çocuk oluvermişti. Ben de kanı kaynayan genç bir delikanlıya dönüşünce, ulu ağaçların süslediği koyu gölgeli tepelerde; delicesine kahkahalar atarak birbirimizi kovalıyor, ya da genellikle el ele koşuyorduk.
Evden çıkarken sıkı sıkıya bağladığı başörtüsü kayıp, omuzlarına düşmüştü. Kıvırcık sarı saçları ortaya çıkmış, koşmanın rüzgârıyla sağa, sola savruluyor, zayıf yüzünün profilini açığa çıkarıyordu.
Çiçek denizlerinde duygularımızı en iyi ifade eden çiçeklerden birbirimize buketler yapıyorduk. Neşeyle etrafta fıldır fıldır dolanan gözleri en olmayacak yerlerdeki çiçekleri görüyor, getirmemi istiyordu. Kocaman kayalara çıkıyor, en yalçın yamaçlara tırmanıyordum. Onu böylesine sevince, mutluluğa batıp, çıkmış görmek beni de onun kadar mutlu ediyordu.
Bir saat sonra küçük evimize döndüğümüzde, sanki maraton koşmuş gibi nefes nefeseydik. Küçük eşimin yüzüne tatlı bir pembelik gelip oturmuştu. Kocaman, kocaman açılmış gözlerinde neşeli bir kıvılcım oynaşıyor, terlemiş yüzü mutlulukla parıldıyordu.
Afacan, çocuk gözlerini gözlerime dikip:
-Eee! Şimdi ne yapacağız? Bütün gün burada pinekleyip duracak mıyız? Diye sordu.
-Zannederim elimizden başka bir şey gelmiyor dedim. Galiba en iyisi tekrar yatıp, uyumak.
Hayretle yüzüme baktı.
-Uyumayı sevdiğini sanmıyordum dedi.
-Hiçte değil. Fırsat bulduğumda kaçırmam. Ama belki sen uyumak istemezsin.
Neşeyle gülerek:
-Ben mi? ben mi istemem? Uykuya ne kadar düşkün olduğumu bilmiyorsun sanki.
Karar verilmişti. Beş dakika sonra yanıma geldiğinde, üzerinde yatarken giydiği kadife eşofmanı vardı. Bir kedi yumuşaklığıyla sokulup, başını omzuma yerleştirdi. Ellerim kıvır, kıvır sarı saçlarının üzerinde gezdirerek, bir kediyi sever gibi onu okşadım. Elimin her temasında hazla ürperiyor, gözlerime taktığı gözlerinde bir şimşek çakıp, sönüyordu. Gözbebekleri küçülmeye başlayınca yüzünü indirdi. İleri geri, sağa sola oynattığı başını omuzlarıma güzelce yerleştirdikten sonra, derin soluklarla uyuyakaldı.
Onun nefes alış verişlerini dinlerken, ben de uyumuşum. Uyandığımda küçük eşim yanımda yoktu. Onu bir kedi gibi sessizce bir şeyler yaparken buldum. Sırtı bana dönüktü ama garip bir önseziyle uyandığımı anlamıştı. Yüzünü çevirip tatlı, tatlı gülümsedi.
-Ahh! Uyandırdım mı? Özür dilerim. Mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaya özen gösterdim dedi.
-Hayır, beni sen uyandırmadın. Uyanmam gerektiği için uyandım. Beni rahatsız etmiş değilsin. Bakıyorum erkenden kalkmışsın. Ben de seni uyku seviyor zannediyordum dedim.
Kıkır, kıkır gülerek:
-Ne yani? Bu sözlerin apaçık bir tahrik mi?
-Bilmem! Nasıl istiyorsan öyle kabul et.
-Biliyor musun? Ben kimseye uykuculuğumu söz ettirmem. Şimdi görürsün sen deyip neşeli bir çığlık atarak; kendini yatağa, kollarıma atıverdi. Onu bir lastik top gibi havada yakaladım. Mis gibi kokan sarı yumağımı bağrıma basıp, saçlarından öptüm, öptüm. Artık çekingenliği kaybolmuştu. Ona olan sevgimi, daha rahat karşılık verebiliyordu. Rahatlıkla zayıf kollarını boynuma doluyor, dudakları dudaklarımı arayıp, buluyor, şehvetten çok sevgiyi ifade eden yumuşacık bir öpüşle uzun, uzun öpüyordu. Artık onun helâli, kocası olduğumu anlamış ve kabul etmiş gibiydi.
Fakat bu kez uyumadı. Omuzlarıma yaslamış gözlerini kırpıştırıp durduğunu görüyordum. Sanki bir şeyler düşüyordu.
-Ne düşünüyorsun? Diye sordum.
-Ne kadar mutlu olduğumu dedi. Bana anlayışlı davrandığın için sana teşekkür borçluyum.
Eğilip, küçük dudaklarından öptüm.
-Bana hiç bir şey borçlu değilsin. Seni sevdiğimi unutma. Sadece varlığının beni mutlulukla doldurup, taşırmaya yettiğini bil yeter.
-Şimdi seni daha çok seviyorum.
Namaz vaktine kadar yattık. Namaz vakti gelince apteslerimizi alarak beraberce namazımızı kıldık. Karnımızda acıkmıştı. Ne yemek istediğimi sordu. Bir gün önceden yemek kaldığını biliyordum. Eğer şimdi yemezsek, büyük ihtimalle bozulup, atılacaktı.
-Dünkü yemekleri hazırla dedim. İsraf olmasın.
Artık ruhu sükûn bulmuş, ne zamandan beri üzerinde bir yük gibi duran korkusundan kurtulmuştu. Yemeğinden yeterince yiyerek iştahının yerinde olduğunu gösterdi. Yemekten sonra, her zaman yaptığımız gibi tavşan kanı çayımızı karşılıklı yudumlamaya başladık.
Ona evimizden bahsettim. Cebimde bulunan not defterini çıkarıp, kabataslak evin planını çizip, izahat verdim. İlgiyle dinliyor, bazı konularda fikrini söylüyordu. Onun bu davranışı, açık ilgisi; birlikte yaşayacağımız böyle bir evi nasıl bensiz, fikrimi almadan, bana sormadan yapabilirsin diye sorarmış gibi rahatsız edici bir duygunun içimde uyanmasına neden oldu. Eğer böyle düşünmüşse, böyle düşünüyorsa yerden göğe kadar haklıydı. Eğer bu hayatı birlikte yaşayacaksak, her ikimizi de ilgilendiren böyle önemli konularda onunda fikrini almalı, ona sormalı, en azından ona ve fikirlerine değer verdiğimi göstermeliydim.
Bu yüzden:
-Haklısın dedim. Esasen evin planı kesinleşmeden bunu sana sormam, fikrini almam gerekirdi ama… Hacer ana tırnağını bile göstermedi, seni saklayıp, durdu.
Kıkır, kıkır güldü. Mutlu bir kuş gibi sevinçle şakıdı.
-Haklısın dedi. Biliyor musun? Hacer ana beni kızı gibi seviyor. Adeta beni öz kızı kabul etti. Beni senden kıskanıp, durdu.
-Musa emmilere her gelişimde gözlerim seni arıyordu ama seni hiç göremedim. Bir kere uzaktan fark ettim ama küçük bir kuş gibi uçup gidiverdin. Seni özleyip, durdum.
Yine tatlı, tatlı kıkırdadı.
-Halbuki seni ben hep görüyordum. Her gelişinde gördüm. Hırsız kediler gibi gözlerin kapılarda, pencerelerde dolanıp, duruyordu.
-Demek sen beni görüyor, bense seni göremiyordum öyle mi? Ama haksızlık bu.
Burnumun ucunu çapkınca vurup:
-Ne yapayım şansına küs, dedi.
Üç günlük sözde mahpus hayatımız boyunca her sabah gizlice dışarıya çıkıyor, ormanda çılgınlar gibi koşuyor, genç âşıklara taş çıkarırcasına el ele dolaşıyor, yüzümüz; koşmalardan, birazda heyecandan kıpkırmızı, nefes nefese dönüyorduk.
Küçük evin içindeyse hayatımız çoğunlukla uyuyarak, sohbet ederek-ki sohbetimizin konusu genellikle evimizdi-kitap okuyarak geçirdik. Bu arada bir sure de ezberlemeye muvaffak oldu.
Artık tamamen bana alışmıştı. Sık, sık gelip, kucağıma oturuyor; uzun, uzun dudaklarımdan öpüp, gizemli bakışlar fırlatıyordu. Bunun açık bir davet olduğunun farkındaydım. Damarlarımdaki kan tutuşuveriyor, onu sahip olmak için derin bir istek duyuyor, kollarım çelimsiz vücuduna dolanıp, ne kadar zayıf olduğunu fark edince, bu ateşli arzu; yerine, yumuşacık bir sevgi ve şefkâte bırakıyordu.
Üç gün dolunca, gelin gezmesine başladık. Niyetim, düğünümüze gelsin gelmesin civardaki bütün bu iyi insanları dolaşıp, ziyaret etmek, aramızda yeni oluşan henüz taze bağları pekiştirip, kuvvetlendirmekti. Önce Ballıca, Horozlu ve civarındakiler, sonra Aktepe, daha sonra da şehre gidip, Ahmet ustaları ziyaret etmeyi planlıyordum. Şehre gidince siparişlerimi de alıp, gelecektim.
Tabi ki ziyaretlerimizi Musa emmilerden başladık. Sabahleyin erkenden kahvaltımızı yapıp, en güzel giysilerimizi giydikten sonra, Küçük Ev’imizden ayrıldık. Oldukça hoş, güle oynaya bir yolculuktan sonra, Güneş biraz yükselirken Musa emmilere ulaştık.
Bizi her zaman ki gibi önce Karabaş fark etti. Kocaman çoban köpeği artık iyiden iyiye bize alışmıştı. Görünce kuyruğunu sallayarak geldi, okşamam için kocaman, kara kafasını uzattı. Okşayıp, çenesinin altını kaşıdıktan sonra, eve doğru ilerlerken gelişimiz fark edildi. Musa emminin evi adeta bir bayram yerine döndü. Hacer ana gözlerinde yaşlarla koşarak küçük eşime sarıldı, elinden tutarak içeri götürdü.
Musa emmi yoktu, inşaatın başındaydı. Mutat olan hal hatır sormalarından sonra, elime bir fincan kahve tutuşturuldu. Yeterince oyalandıktan sonra, artık gitmemiz gerektiği haberini gönderdim. Küçük eşim dışarıya çıktığında yüzü kıpkırmızıydı. Hacer ana onu sorguya çekmiş, olan biteni öğrenmek istemiş olmalıydı. Genç aşıklar gibi el ele tutuşup, evden ayrılırken Hacer ananın bir tebessümün aydınlattığı yüzü mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu
Küçük eşim normal olarak evini merak ediyor, bir an önce görmek istiyordu. Onun kadar ben de heyecan içindeydim. Üç gün içinde nasıl bir gelişme olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. Zemin kat beton kalıpları sökülmüş müydü? Tuğlalar gelmiş miydi? Buna benzer bir yığın soru zihnimi meşgul edip, duruyordu.
Yarım saat sonra inşaata gelmiştik. Bizi ayrımsayan Musa emmi yüzünde gülücükler saçarak, adeta mutlulukla dolup, taşarak geldi. Yıllardır görmemiş gibi uzun, uzun sarılıp, sarmaştı. Güzel, güvelâ gözleri nemlenmişti.
Musa emminin arkasından Rüstem usta, o kocaman, heybetli vücuduyla geldi. Oldukça iri olmama rağmen, yanında bir çocuk gibi küçücük kalmıştım. Kalın, güçlü kollarıyla kemiklerimi kırarcasına muhabbetle sarıldı. Bir an nefesim kesilir gibi oldu. Heybetli vücuduna uygun kocaman kafasındaki iri mavi gözleri nemlenmiş, sevgiyle dolup, taşmıştı. Bu kocaman; heybetli, görünce insana ürküntü veren vücudun içinde yumuşacık, sevgi dolu bir çocuk kalbi atmaktaydı. Ancak bir çocuk duygularını böylesine saf ve tertemiz ifade edebilirdi. Bu kocaman adamın, anlaşılamaz bir nedenden dolayı bana karşı bir sevgi ve muhabbet duymaya başladığını biliyordum. Özellikle, sevgi gösteren herkese misliyle karşılık vermeye hazır olan gönlüm, bu iri yarı adama karşı da sevgi ve muhabbetle dolup, taşmaya başladı. Sonra tebrik için diğer işçiler de sırayla geldiler.
İnşaat umduğumdan daha da ilerdeydi. Zemin kat kalıpları sökülmüş, bir yandan duvarları örülürken, bir yandan da tavan kalıpları çakılıyordu. Kum, küçük bir tepecik halinde getirilip, yığılmıştı. İstediğim duvarsa hızla ilerliyordu. Boydan boya ip gerilmiş, ustalar harıl, harıl çalışıyorlardı. Neredeyse hafriyat sırasında çıkan kaya parçaları bitmek üzereydi. İstediğim kule şeklindeki binanınsa temel ve zemin katının betonları atılmış, bir kaç gün sonra kalıpları sökülecekti.
Küçük eşimin en çok dikkatini ve ilgisini çeken; iki buçuk inçlik boruyu dolu, dolu doldurarak gürül, gürül akan çeşmeydi.
İnşaatın etrafında bir iki dolandıktan sonra çeşmenin karşısına geçmiş, gözlerini kocaman, kocaman açmış, ilgiyle bakıyordu. Su içmek için elini uzatınca üzerini ıslattı. Baktığımı görünce tatlı, tatlı gülümsedi.
-Su içmek istiyorsan temiz bardak var dedim.
Sevinçle:
-Evet! Lütfen dedi.
Bardağı getirip, bir iki çalkaladıktan sonra gürül, gürül akan suyla doldurup, uzattım. Bardağı havayı kaldırıp, billur gibi tertemiz suya hayranlıkla baktıktan sonra; bacaklarını birleştirip, hafifçe yana eğerek kibar bir hareketle çömeldi. Sol elini başına koyup önce küçük, sonra daha büyük yudumlarla iştahla içti. Bundan sonra her inşaata gelişimizde böyle bir bardak su içmeyi bir alışkanlık haline getirecekti.
Ballıca’da, muhtardan başlayarak; uzak, yakın ayırmadan herkesi ziyârete başladık. Akşam üzeri geri dönerken Musa emmiye unuttuğum, görmediğim kimselerin olup, olmadığını soruyordum. Unutmamız, atlamamız gayet normaldi. Buradaki aileler öylesine dağınıktı ki yöreyi iyi bilmeyen bir kimsenin bir yol göstereni olmadan onları arayıp bulması mümkün değil gibiydi. O da, gezdiğimiz yere göre, unuttuklarımız, görmeden geçip gittiklerimiz, atladıklarımız olursa hatırlatıyor, yerlerini tarif ediyordu.
Bu ziyaretler sosyal yaşantımız yönünden son derece önemliydi. Bu yüzden kimseyi ihmal etmek istemiyor, bu konuda titiz davranıyordum. Son derece kıymetli olan zamanımın bir kısmını bunun için seve seve fedâ etmeye hazırdım.
Üç gün içinde Ballıca ve Horozlu’daki dostlarımızın ziyaretini bitirdik. Ziyaretlerimiz bir bardak ayran, ya da bir fincan acı kahve içecek kadar kısaydı, sadece gönül almaya yönelikti.
Dördüncü gün arabaya binerek erkenden Aktepe’ye doğru yola çıktık. İhtiyar imamın oğlu Hüseyin burada da Hızır gibi karşıma çıktı. Bu; bir genç kız gibi utangaç bakışlı, yakışıklı genci çok beğeniyordum. Son derece saygılı ve yardımsever bir kişiliği vardı. Gerçi, insanları dış görünüşleriyle değerlendirmenin yanlış olduğunu biliyordum. Nice melek yüzlülerde şeytan, nice şeytan yüzlülerde melek ruhlarının olabileceğini gayet iyi biliyordum ama.. Bu genç gerçekten iyi bir insana benziyordu. Aktepe’de bulunduğumuz gün hiç yanımızdan ayrılmadı. Onun yardımıyla; kolaylıkla, bir gün içinde etraftaki bütün dostlarımızı ziyaret etme olanağı bulabildik.
Beşinci gün, yine arabayla şehre giderek, doğruca Ahmet ustalara indik. Ahmet usta gelişimizi çok sevindi. Dükkânı yardımcısına bırakarak, dükkânın üzerinde bulunan evine davet etti.
Müşerref yenge daha öncede yazdığım gibi; şişman, nur yüzlü, kısa boylu, son derece dindar bir kadındı. Elinde tespih, ağzında dua eksik olmuyordu. Bizi büyük bir misafirperverlikle karşıladı. Bütün ziyaret ettiğimiz yerlerde yaptığımız gibi, bir fincan kahve içecek kadar oyalandıktan sonra izin istedik.
Gelirken yaptığımız plâna göre küçük eşim, takı merasiminde toplanan paralarla, ziyaretlerimizde görüp, tanıdığımız fakir ailelere, özellikle çocuklara armağanlar alacaktı. Bu paraları bu şekilde harcamaya karar vermiştik. Yani bir nevi, bu iyi yürekli fakat fakir insanların armağanlarını bir yolla kendilerine fazlasıyla iade etmiş olacaktık.
Müşerref yenge, eşimin çarşı pazar da yalnız dolaşacağını anlayınca, onu yalnız bırakmak istemedi. Esasında küçük eşimi ben de yalnız bırakmak istemiyordum ama vaktimiz o kadar kısıtlıydı ki, buna bir bakıma mecbur kalmıştım. Bu yüzden, Müşerref yengenin küçük eşimle gitme teklifini büyük minnet hisleriyle kabul ettim.
Oyalanmadan; onlar çarşı pazarın yolunu tutarken, bende tornacı ustası İhsan ustanın yanına geldim. Genç usta kaynak yapıyordu. Beni görünce işini bırakarak yanıma geldi; sarılıp, sarmaştık.
Verdiğim siparişlerin hepsi hazırdı. İmalat sırasında aklına gelen bazı pratik uygulamaları, ufak tefek değişiklikleri izah etti.
-Kusura bakma beyim, sormadan bazı değişiklikler yaptım dedi.
Yaptığı değişiklikler son derece akılcıydı. Nedense insanlar bunun son derece normal oluşunu göz önüne almadan başka insanların kendilerinden daha akıllı, daha bilgili olmalarını istemez, bunu çekemezler. Eğer bu insanlar kendilerinden daha alt tabakada iseler başarılı olmamaları için ellerinden geleni yaparlar. Muhakkak ki çekemezlik, haset, kıskançlık insan nefsinden gelen en kötü huylardan, duygulardan biridir En güçlü şekliyle henüz olgunlaşmamış, ham kişiler de bulunur. Bu tür insanlar kolaylıkla kötülük yapabilirler.
Tabi ki benim böyle ilkel bir anlayışta olmam, öyle davranmam olası değildi. Bu durum; onu çekememek bir yana, aklını kullanabilen nadir kişilerden olan ustaya karşı takdir duygularımı artırmaktan başka bir tesiri olmadı.
Sevinerek yüzüne bakıp:
-El elden, akıl akıldan üstündür diye boşuna dememişler. Gerçekten yaptıkların son derece akılcı işler. Bu da, işine ne kadar değer verdiğini, gönülden yaptığını açıkça gösteriyor. Asıl benim sana teşekkür etmem gerek.
İhsan usta parçaları imal etmekle kalmamış, alternatör ve voltaj düzengeci gelince onları da dükkânına getirmiş, en büyük problem olarak anlattığım frekans uyumu için alternatör miline uygun çeşitli çaplarda kasnaklarda hazırlamıştı. Ayrıca kanatlar arasına gereceğim, kenarları bir sıra çelik halkalarla pekiştirilmiş delikler bulunan branda bezleri de itinayla kesilip, tam ölçüsüne uygun hazırlanmıştı.
Yataklar hariç bütün parçalar, antipas boyayla ikişer kat boyanmıştı.
-Bir, ya da iki kat boya daha atarsan kolay, kolay paslanmaz beyim dedi. Bunu ben yapacaktım ama fırsatım olmadı.
-Zarar yok dedim. Ben boyarım.
Yeterince beyaz yağlı boya ve küçüklü, büyüklü fırçalar satın aldım. Parçaları İhsan ustanın yardımıyla arabaya taşıdık. Ücretini ödedikten sonra, evimin zemin katı için demir kepenklerin siparişini verdim. Yapılabileceğin en iyisini yapacağından emindim.
İhsan ustadan ayrıldıktan sonra, Ahmet ustanın dükkânına gittim. Tahmin ettiğim gibi, küçük eşimle Müşerref yenge henüz dönmemişlerdi. Küçük eşimin mal seçiminde ve pazarlıkta ne kadar titiz olduğunu bildiğim için, kim bilir hangi dükkânın raflarını indirtiyor, ya da kim bilir hangi dükkânda dükkân sahibiyle sıkı bir pazarlık yapıyor diye düşündüm. Küçük eşim aklıma gelince içim sevgiyle doldu, gülümsemekten kendimi alamadım.
Aradan oldukça uzun zaman geçmesine rağmen görünmediler. Küçük eşimi merak etmeye başlamıştım. Sık sık gözlerim geleceği yöne doğru kayıyor, uzun uzun onu arıyordu.
Endişelenecek kadar uzun zaman geçtikten sonra nihayet iki kadın karşıdan göründüler. Fakat ellerindekiler tahmin ettiğim, beklediğim kadar değildi. Sanki görevlerini gereğince yerine getirememişlerdi. Yürüyüşlerinde, gelişlerinde bir gariplik vardı. Bu da beni biraz daha endişelendirip, korkutmuştu.
Hemen onlara doğru koşuştuk. Müşerref hanımın yüzü kül renginde, küçük eşimin yüzü, özellikle burnu kıpkırmızıydı. Burnunun bir havuç gibi kıpkırmızı olması, başını eğip, ısrarla gözlerini benden kaçırması, bir şeylere üzülüp, ağladığını gösteriyordu. Onu üzüp ağlamasına neden olan olayı ya da ağlama nedenini öğrenince üzüleceğimi biliyorsa bunu benden gizlemeye çalışırdı. Onun bu huyunu çok iyi biliyordum. Bu ise ona yönelik korku ve endişelerimi bir kat daha artırdı.
Endişe ve soru dolu bakışlarımın kanı çekilmiş, kül rengi yüzüne takıldığını fark eden Müşerref Hanım küçük eşimi kendisine emanet ettiğimin sorumluluğuyla izahat vermeye başladı.
-Küçük hanımla çarşıya giderken İmam Hatip Lisesinin yanından geçiyorduk. Okulun kapısında türbanlı kız öğrenciler vardı ve bir grup oluşturmuşlardı. Hepsi de üzgündü, kimisi de ağlıyordu. Onları gören küçük hanım merak edip, yanlarına gitti. O ara polisler geldi ve bir kargaşa oldu. Galiba bu kargaşada küçük hanım başını bir yerlere çarptı.
Müşerref hanım, küçük hanım başını bir yerlere çarptı deyince beynimden vurulmuşa döndüm. Hemen küçük eşimin yanına koştum. Utanıyormuş gibi başını yere eğmiş, yüzünü benden gizlemeye çalışıyordu.
Çenesinin altından tutarak başını kaldırıp, yüzüne baktım. Tahmin ettiğim gibi yüzü ıslak, küçük burnu kıpkırmızıydı. O güzelim gözlerinin ışıladığı göz çukurlarından birisi mosmordu. Nihayet cesaret edip, göz kapaklarını kaldırarak yüzüme baktı. O gözlerde biraz hüzün, biraz acı, daha çokta derin bir hayal kırıklığı vardı.
Daha fazla sabredemeyerek başını göğsüme gömüp, dövmüşler gibi sarsıla sarsıla derin ve güçlü hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Onu teselli için ellerim omuzlarında ve sırtında gezinirken gözlerim yine Müşerref hanımı arayıp buldu.
Müşerref hanım:
-Kız çocuklarımızı türbanlı diye okula almamışlar. Bütün bunlar bu yüzden oldu dedi.
Küçük eşim hıçkırıklar arasında:
-Bana …Bana yobaz, gerici dediler. Ben gerici, yobaz mıyım? Diye inledi.
Yüzünü kaldırıp, morarmış göz çukurunu öptükten sonra:
-Hayır güzelim dedim. Sen ne gericisin, nede yobazsın. Kızlarımızı her ne sebeple olursa olsun okullara almayanlar, onların geleceklerini karartanlar gerçek gericiler, gerçek yobazlardır. Bu, kızlarımızı sadece kız oldukları için okula göndermemekle; onların okuma, öğrenme ve yükselme haklarını ellerinden almakla aynı şeydir.
Eskiden kızlarımızı başları açık diye okullara almıyorlardı. Başları açık diye okula almamakla, başları kapalı diye okula almamak arasında hiç bir fark yoktur. Bu bir kara cehalettir, bu bir kara taassuptur.
Kadınlarımız, kızlarımız başlarını örtme veya açma gibi basit bir özgürlüğe sahip değillerse hangi hakları, hangi özgürlükleri olduğundan bahsedebilirler? Bu düpedüz bir insan hakkı ihlâlidir. Bu bir insanlık ayıbıdır. Son derece mantıksız, hukuksuz ve utanç vericidir.
Küçük eşim yine hıçkırarak:
-Bizler laikliğe karşı geri kafalı kimseler imişiz? Ama ben laikliğin ne olduğunu dahi bilmiyorum ki.
-Laiklik mi? Laiklik gerçekte sonsuz bir din ve vicdan özgürlüğüdür. Laiklik, inanç ya da inançsızlık özgürlüğünün devletlerce garantiye alınmasıdır. Devletlerin bu konularda taraf tutmamasıdır.
Laik sistemlerde devlet bir kimseyi inancından ya da inançsızlığından dolayı suçlayamaz, inancını ya da inançsızlığını özgürce yaşamasına engel olamaz. Onu bu konularda hiç bir şekilde zorlayamaz, taraf tutamaz. Diğer bir insanın inanç ya da inançsızlık özgürlüğüne halel getirmemek, zarar vermemek kaydıyla her insan inancını ya da inançsızlığını özgürce yaşama hakkına sahiptir. Yani laik olan sistemdir, bütün organlarıyla devlettir, insanlar değil.
-Tam anlayamadım.
-Her insan şunu veya bunu inanır, yada inanmaz. İnanmaması da bir çeşit inançtır. İnancı ya da inançsızlığı doğrultusunda bir başka kişinin özgürlüğüne zarar vermemek kaydıyla hayat çizgisini kendi çizer, istediği gibi, istediği şekilde yaşar. Bu konu sadece o insanın bileceği bir iştir. Sadece onun tercihidir. Bu, onun laik devletlerin garantisi altındaki en doğal insanlık hakkıdır.
İnançlar ya da inançsızlıklar konusunda vatandaşlarına hiç bir şekilde müdahale etmemek, hiç bir şekilde onları zorlamamak, inanç ve inançsızlığını özgürce yaşamasını sağlamak, tercihini saygı duymak, tarafsız kalmak devlet yönünden laikliktir. Gördüğün gibi laiklik bir inanç ya da inançsızlık değil, tam bir tarafsızlığı içeren bir davranış biçimidir. Bu laiklik kurallarını titizlikle uygulamakta laik devletlerin birinci görevidir.
-Özür dilerim ama yine de tam anlayamadım
-Bu gün başına gelen olayı düşün. İki kız öğrenciden birinin inancı gereği başını örttüğünü, diğerinin de inançsızlığı gereği başını açtığını varsayalım. Devlet yada okul idaresi devleti temsil ettiklerinden, onun bir organı olduklarından; inançsızlığı nedeniyle başını açanı okula almakta fakat inancı gereği başını örteni okula almamakta yani laiklik ilkesini, inançlar yada inançsızlıklar arasındaki tarafsızlığını bozmaktadır. Gördüğün gibi laik olmayan, laiklik ilkesinin tarafsızlığını bozan; inancı gereği başını örten kızlarımız değil, onların inançlarını özgürce yaşamasına engel olan okul idaresi yani devlettir.
-Galiba anlıyorum. Bir şey daha sormak istiyorum. Başlarını açan kızlarımız, kadınlarımız gerçekten inançsız mıdır?
-Bir insanın inancı yada inançsızlığı konusunda konuşmak, onları yargılamak, bu konuda karar vermek bizlere düşmez. Bu sadece o kişi ile Cenab-ı Hak arasındaki bir konudur. Benim söylemek istediğim sadece somut bir örnekti. Teşbihte hata olmaz.
Küçük eşim sonunda gülümsemeyi başararak:
-Öyle güzel anlatıyorsun ki az daha diğer gözümü de morarttırmadığıma pişman olacağım dedi.
Tekrar gözlerinden öperek:
-O morluk senin öğünç madalyandır dedim.
Bu tatsız olay bütün neşemizi, moralimizi bir bıçak gibi kesip almıştı. Hepimiz somurtarak bir müddet sessiz kaldık.
Bir zaman sonra küçük eşimin zümrüt yeşili gözleri beni arayıp buldu. Biraz tedirgin:
-Çok mu geç kaldık? Diye sordu.
Gülümseyerek:
-Evet dedim. Hem de çok, çok geç kaldınız. Neredeyse endişeden ölmek üzereydim. Sizi merak edip durdum.
Başını eğip yaklaştırdı. Bir an gözleri etrafta dolandı. Onu kimsenin duymayacağından emin olunca:
-Hımm! Beni çok mu özledin? Diye fısıldadı.
-Hem de nasıl dedim. Korkarım bir daha böyle alışverişler için sana izin vermeyeceğim.
Minik eliyle burnuma çapkınca, minik bir darbe vurdu fakat bir şey söylemedi. Yüzünde mutlu bir ifade olduğu halde bir rüya gibi yavaşça yanımdan uzaklaşıp gitti. Bir an önce yola çıkmak için acele eder gibiydi.
Ahmet ustalar da daha fazla oyalanmadık. Öğle yemeği için ısrar edip durdular ama kabul etmedim.
Arabadaki alet, edevatı görünce afalladı. Bunlar da ne der gibi yüzüme baktı. Güzel bir sürpriz olması için elektrikle ilgili projemden bahsetmemiştim. Fakat arabayı dolduran parçaların inşaatla ilgili olmadığını, başka bir şey düşündüğümü fark edecek kadar zekiydi. Yol boyunca yaptığı soru yağmuruyla bir sürprize hazırlandığımı anlamakta gecikmedi. Sürprizlere bayılıyordu. Sorularıyla öylesine bunalttı ki, yapmak istediklerimi söylemek zorunda kaldım. Daha doğrusu ağzımdan adeta cımbızla çekip, aldı. Onun için bir elektrik üreteci planladığımı söyleyince, inanmaz gözlerle yüzüme bakıp:
-Yani, evimde elektrikte mi olacak? Diye bağırdı.
-Evet dedim. İnşallah. Eğer bir terslik olmazda düşündüklerim doğru çıkarsa, evimizde elektrikte olacak.
Öyle sevindi ki, birden boynuma sarılıp, öpücüklere boğdu. Sevinmesini bekliyordum ama böylesine bir sevinç gösterisini beklemiyordum. Lakalı bir yolda sarsılarak giden arabadan düşmemesi için sıkı sıkıya kavrayarak, gülümsedim.
-Dur deli kız diye bağırdım. İkimizi de arabadan düşüreceksin.
Fakat söylediklerimi duymamış gibiydi. Sevinçten zayıf yüzü parlayarak:
-Biliyorum diye bağırdı. Biliyorum. Bir işi yapmak istersen muhakkak başarırsın. Evimde elektrikte olacak, elektrikte olacak... Ne güzel.
Muhtemel bir başarısızlığın getireceği hayal kırıklığı çok kötü olabilirdi.
Bu yüzden:
-Hey küçük hanım, fazla iyimsersin dedim. Bana, dereyi görmeden paçayı sıvıyormuşsun gibi geliyor. Hele biraz sabret bakalım.
Yine sevinçle kıpır, kıpır:
-Biliyorum, biliyorum. Bunu başaracağını biliyorum, diye tekrar bağırdı.
Sevince batıp, çıkmıştı. Yol boyunca hayaller kurup, durdu.
Aktepe’ye kısa bir ziyaretten sonra, tekrar yola koyulduk. Aktepe’deki dostlarımız bırakmak istemiyorlardı ama, geç kalırsak Musa emminin merak edeceğini, bizi görünceye kadar endişe edip duracağını biliyordum. İhtiyar dostumu kokutup, endişenin cehennemlerine atmaya hakkımız yoktu. Bütün bunları anlatınca hak verdiler. O genç; iyi kalpli delikanlı, Hüseyin de bizi uğurlayanlar içindeydi. Kayboluncaya kadar içtenlikle el salladı.
Ballıca’ya geldiğimizde akşam yeni olmuştu. Arabadaki parçalar Musa emminin de dikkatini çekmişti. Merakla yüzüme baktı, fakat bir şey sormadı. Gerekirse her şeyi anlatacağımı biliyordu. Parçaları inşaata bıraktıktan sonra, Musa emmilere gittik.
Küçük eşim; civardaki dostlarımız gibi, Musa emmi ailesini de düşünmüş, onlar içinde bir kaç armağan almıştı. Musa emmi armağanları uzattıkça; ezilip, büzülüyor:
-Ne gerek vardı bunlara beyim. Zaten ev yaptırıyorsun, sana para gerekli deyip duruyordu.
-Artık bizde ailen sayılırız, unuttun mu yoksa Musa emmi? Dedim. Bu kadarcık bir armağanın bana hiç zararı olmaz, merak etme.
Yine de ezilip, büzülüyor, uzattığım armağanları kabul etmek istemiyor, adeta utanıyordu.
Yöre insanları fakir, fakat son derece onurlu kimselerdi. Musa emminin ezilip, büzülmesi, armağanları alırken adeta utanması, dağıtırken son derece dikkatli davranmam gerektiğini hatırlattı. Bu işi yaparken çok titiz davranmak gerektiğinin farkındaydım. Bunu da; ilerde, küçük eşimin yardımıyla onurlarını incitmeden, geçerli mazeretler bulup, çok ince bir siyaset izleyerek başaracağımdan emindim.
Musa emmi ve ailesini armağanlar konusunda ikna etmem oldukça güç oldu. Nihayet bizim de ailesinden sayıldığımızı, bu tür armağanlar almamızın normal olduğunu vurgulayarak, güçlükle kabul ettirebildik.
Gözleri minnetle doluydu, ağlamamak için kendini güç tutuyordu.
-Peki beyim. Madem bizleri ana, babanız yerine koyup, aileniz kabul ediyorsunuz.. O halde Allah razı olsun, tuttuğunuzu altın etsin dedi.
Baba, oğul gibi birbirimize sarıldık. Musa emmi gözyaşlarını tutamamıştı. Bir kaç damlası aksakalın da oynaşıyordu.
Küçük Ev’imize doğru yola çıkmaya niyet ettiğimizde, Musa emmi kalmamızı teklif etti. Fakat kabul etmedim. Yeni evli olduğumuzdan rahat edemeyeceğimizi zannetmiş olmalıydı ki, bu nedenle ısrar etmedi. Kabul etmememin nedeni, rahatsız olmamızdan çok, her şeylerini paylaşmaktan çekinmeyen bu iyi insanların bizim için sıkıntıya düşeceklerini istememiş olmamdı.
Yatsıdan biraz sonra evimize geldik. Akşam yemeğini Musa emmilerde yediğimiz için karnımız toktu. Bu yüzden namazlarımızı kıldıktan sonra yattık. Yatınca; uzun, uzun sevişmeyi alışkı edinmiştik. Fakat bu fazla ileri gitmeyen, sevgimizi ifade eden sevişmelerdi. Bir çiçeği koklamaya benzeyen, onun kadar basit fakat çok güzeldi.
Efsûn dolu bakışlarıyla açık davetlerini devam edip, kanımı tutuşturuyordu. Arzuyla dopdolu kollarıma alıyordum. Fakat, vücudunun adeta bir kemik torbası, bir kemik yığını oluşunu hissetmem arzumu silip, süpürüyor, şehvetin ateşli sert keskinliği yerine, şefkât ve sevginin yumuşaklığıyla doluyor, bir zaman daha sabretmem gerektiğini düşünüyordum. Her şeye rağmen bu sevişmelerimiz, ikimiz içinde son derece zevk ve mutluluk vericiydi.
Ertesi sabah erkenden kalkıp, inşaata gitmek zorundaydım. Artık işe başlamam gerekiyordu, yapacak bir yığın işim vardı. Zemin katın duvarları dışlar kalın olsun diye iki tuğlalı, içerilerse tek tuğlalı örülmüştü. Sıva için elektrik döşem borularını yerleştirmemi bekliyorlardı. Vakit kaybetmek istemiyorsam bir an önce bunları yapmak zorundaydım. Bu yüzden erkenden yatıp, uyuduk.
Erkenden kalkarak namazlarımızı kılıp, kahvaltımızı yaptık. Oldukça hoş geçen bir yolculuktan sonra, küçük eşimi Musa emmilere bırakıp, inşaata geldim.
Beraber gelip, yardım etmek istiyordu. O kadar erkeğin içine bir kadının gelmesini uygun görmüyordum. Ayrıca, nasıl yardım edecekti? Kanalların açılması, gerektiğinde betonların delinmesi gerekiyordu ki, bütün bunlar çelimsiz küçük bir çocuk görünümündeki bir kadının yapacağı işler değildi. Su taşıyıp, çay yapabileceğini söylediyse de bunu da kabul etmedim. Suyu nereden taşıyacaktı? Hemen dibimde; gürül, gürül akıyordu, istersem biraz uzanıp, bardağımı doldurmam yeterliydi. Çay konusunu gelince, bununla da Rüstem usta yeterince ilgileniyordu. O da benim gibi onulmaz bir çay tiryakisiydi. Değme çaycılardan daha güzel çay demliyordu.
Yolda epey eziyet edip, can yaktıktan sonra, nihayet yardım etmek istiyorsa Musa emmiler de, Hacer ananın yanında kalmasının en uygun olacağı konusunda anlaştık. İkindiden sonra yanına gelecek, hemen evimize dönecektik.
Bir hafta bu şekilde geçti. Yine her zaman ki gibi sabah namazımızı kılıp, kahvaltımızı yaptıktan sonra yola çıkmak için hazırlanmaya başladığımda, küçük eşimde herhangi bir hareket göremeyince hayretle yüzüne baktım.
-Sarı gülüm, hazırlanmamışsın ya? Dedim.
Son derece ciddi:
-Bu gün gelmeyeceğim dedi.
Bu cevabı beni son derece şaşırtmıştı.
-Gelmeyecek misin? Ama neden?
Her zaman ki gibi tatlı, tatlı güldü.
-Burada, evim de işim olamaz mı yani?
-Tabi olabilir ama yalnız kalmanı istemiyorum.
Yüzüme ciddi, ciddi bakarak:
-Artık beni yalnız bırakmayı alışmalısın dedi. Her zaman yanında el çantası gibi taşıyamazsın ya?
-Fakat hayatım?
-Israr etme lütfen. Giyecek temiz çamaşırımız kalmadı. Hem evimizin de derlenip, toparlanması gerekiyor. Kirli çamaşırlarımızı da Musa emmilere götürmeyi düşünmüyorsun herhalde?
İtiraz etmek istedim.
-Ama küçük kuşum, burada yalnız kalacaksın.
-Dedim ya, artık yalnız kalmayı, göbek bağımı kendim kesmeyi öğrenmem gerek. Sonra, ilerde... Biliyorsun.....
Bir gün onu nasıl olsa yalnız bırakıp gitmek zorunda kalacağımı kastediyordu. Bu yönden, yerden göğe kadar haklıydı. Fakat onu yine de burada, bu ıssız yerde yalnız bırakıp gitmeye içim elvermiyordu. Fakat ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim; her yaptığıma, her söylediğime gayet makul sayılabilecek bir karşılık bulmakta gecikmiyordu. Bir bakıma Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ara sıra yaptığı gibi, sarı inadı tutmuştu.
Yanımda götürmekten ümidi kesince, yanaklarından öperek dikkatli olmasını tembihledikten sonra, tek başıma yola çıkmak zorunda kaldım. İnşaata gitmek zorundaydım. Birinci katın duvarları örülmüş, elektrik borularının yerleştirilme işi henüz bitmemişti. Ayrıca, yel değirmenimin parçalarını bir kat boyamıştım ama bir kat daha boyamak istiyordum.
Ayrıldıktan biraz sonra, daha yolda onu özlemeye başlamıştım. İnşaata gitmek istemiyordum ama gitmemem işleri çok aksatacaktı. Hızlı, hızlı yürüyerek, her günkü gibi bizi bekleyip duracak olan Hacer anaya küçük eşimin gelmeyeceğini bildirmek üzere, önce Musa emmilere uğradım.
Hacer ana her zaman ki gibi küçük eşimi getirdiğimi zannetmiş olmalı ki sevinçle karşıladı. Küçük eşimi göremeyince yüzü kararıverdi.
Yüzüme bakıp:
-Hani kızım? Kızımı getirmedin mi? Diye sordu.
Benim yüzümden de düşen bin parçaydı.
-Küçük hanımın ev de işi varmış dedim. Çamaşır yıkayıp, evini toparlayacakmış. Bu yüzden gelmedi.
Ne de olsa kadın, kadını daha iyi anlıyordu. Hacer ana üzüntülüydü ama yine de anlayışlı bir gülümseme yüzünü aydınlattı.
-Tabi dedi. Artık o da evinin hanımı olmalı. Ev işleri de bir türlü bitmek bilmez ki. Ne yapalım, canı sağ olsun. Artık yarın getirirsin.
Oyalanmadan inşaata geldim. Önce yel değirmeninin parçalarını boyamaya başladım. Fakat bir türlü kendimi işe veremiyordum. Aklım, fikrim oldukça uzak bir yerde yapayalnız kalmış olan küçük eşimdeydi. Nihayet, güç bela boyama işini bitirebildim. Birinci katın elektrik borularının döşeme işinde Musa emmi yardım etti. Fakat; kendimi işe yeterince verememem Musa emminin de dikkatini çekmiş olmalı ki, ara sıra bir gülümseme güzel yüzünü aydınlatıyordu. Nihayet öğleye doğru dayanamayarak:
-Galiba küçük hanımı merak ediyorsun beyim dedi. Sen gitsen?
-Fakat borular için kanallar açmak zorundayım dedim. Yoksa işler aksayacak.
-Merak etme dedi. Kanalları ben açarım. Yarın geldiğinde boruları döşersin. Hem bu o kadar acil de değil. Pekâlâ yarın da yapabilirsin. Bana kalırsa hiç oyalanma, helâlinin yanına koş git.
Musa emmi bir bakıma haklıydı. Ne kadar gayret edersem edeyim kendimi işe veremiyordum. Doğru dürüst iş yapamadıktan sonra, oralarda sürtüp durmanın ne gereği vardı ki?
-Galiba haklısın dedim. Kendimi işe veremiyorum. Sizi yalnız bıraksam bana darılmazsınız değil mi?
Musa emmi ne de olsa güngörmüş, anlayışlı bir insandı. Durumumu yeterince takdir ediyordu.
-Tabi beyim dedi. Hadi oyalanma, koş git. Nasip olursa yarın görüşürüz.
Musa emminin tavsiyesini seve, seve kabul ettim. Hemen hiç oyalanmadan, adeta uçarcasına küçük evimin yoluna tuttum. Yolumu özel olarak değiştirerek, bir çırpı da yalçın tepelere tırmandım. Tepelerdeki en bakir, en güzel çiçeklerden bir buket hazırladım. İki saatlik yolu bir buçuk saatte aldım. Eve geldiğimde küçük eşim dediği gibi çamaşır yıkamış, yıkadığı çamaşırları da evin hemen önünde bulunan iki ağaç arasına gerdiği ipe asmıştı. Dikkat edince ipin, çengelli ipim olduğunu ayrımsadım. Çengelli ipimin bu tür işlerde de kullanılacağı hiç aklıma gelmemişti.
Küçük eşim ortalarda görünmüyordu. Evin içinde olmalı diye düşündüm. Elimdeki çiçek buketini bir kenara gizleyerek, aniden karşısına çıkıp, korkutmamak için bir iki öksürdükten sonra eve yaklaştım.
Onu, evin içinde, emekler gibi dizlerinin ve ellerinin üzerinde; üzerinde kocaman, su dolu bir kazanın bulunduğu ateşi canlandırmak için var gücüyle üflerken buldum. Zayıf, soluk yüzü pancar gibi kızarmıştı. Gözlerine duman kaçmış olmalı ki ağlamış gibi yaşarmıştı. Küçük burnunun tam üst noktasına kocaman bir is karalığı bulaşmıştı.
İçeriye girdiğimi fark edince gülümseyip:
-Bu gün erkencisin, diye cıvıldadı.
Sanki bir kabahat işlemişim gibi suçlu, suçlu:
-Evet dedim. Fazla işim yoktu. İşimin bir kısmını Musa emmiye bırakarak erkenden geldim.
Yüzüme anlamlı anlamlı bakarak:
-Sabahleyin işinin çokluğundan dert yanıp duruyordun. Şimdi de fazla işin olmadığından bahsediyorsun dedi. Sonra kıkır, kıkır gülerek ilâve etti.
-Yoksa seni buraya çeken başka bir neden mi var?
O haliyle öylesine hoştu ki, onu bağrıma basmak için delice bir istek duydum. Sevgiyle dolu, dolu bakarak:
-Elbette var dedim. Küçük, yaramaz bir kuş. Hayır, hayır kuş değil, yaramaz bir kedi. Ben de onu yakalamak için geldim.
Gülerek meydan okudu.
-Hıh! Dedi. Sanki yakalayabilirsin. O küçük kediyi yakalayacak kadar hızlı koşamazsın ki?
-Peki diye bağırdım. O halde şimdi görürsün.
Ev o kadar küçüktü ki, istesem bir kedinin kıstırdığı fareyi yakaladığı gibi kolaylıkla yakalayabilirdim ama, bu güzel oyunun biraz daha uzun sürmesini arzu ediyordum. Çığlık çığlığa yapılan kısa bir kovalamaca sonunda, bir ceylan gibi sekerek dışarı kaçmasına izin verdim. Dışarıdaysa istesem bile yakalamam mümkün değildi. Fakat, bir iki, çığlık çığlığa, bol koşuşturmalı kovalamacadan sonra buna izin vereceğini biliyordum. Ağaçlar arasında atılan neşeli çığlıkların kahkahalara karıştığı, bulunduğumuz ortamın sessizliğini bozarak, mutluluk ve neşeyle dolup, taşarak bir iki koşuşturmadan sonra, nihayet küçük bir kuş gibi önüme çöküverdi. Tortop olmuş vücudunu kucaklayıp, bağrıma bastım. Koşuşturma sırasında başörtüsü sıyrılmış; kıvır, kıvır sarı saçları açığa çıkmıştı. Gerek sabahtan beri yaptığı işlerden, gerekse az önceki koşuşturma sonucu hafifçe terlemiş, mis gibi kokuyordu. Ten kokusunu öylesine seviyordum ki, içim hazla dolup, taşarak; uzun, uzun saçlarını, vücudunu kokladım. Zayıf, çırpı kollarını boynumda halka yapıp, küçük başını kalbimin olduğu yere bastırdı. Adeta içime girmek ister gibi, sıkı sıkıya sarıldı. Zayıf vücudu hazla titriyordu. Ten kokusu nasıl beni çılgınca bir mutluluğa boğuyorsa, kalp seslerimi dinlemenin de onu, buna benzer hazlı bir duyguyla doldurup, taşırdığını biliyordum.
Sevgilerimizi kucak, kucak sunduğumuz gecelerden birinde, mutlulukla dolup, taşarak başını kalbimin üzerine bastırmış, kalp atışlarımı duymanın, kanımın hışırtılarla vücuduma yayılışını hissetmenin çok büyük bir huzur ve mutluluk verdiğini, bundan tarif edilemeyecek derecede haz ve mutluluk duyduğunu söylemişti. Bu yüzden, sol omzuma başını koyarak öylesine kalmak ve uyuyup gitmek son derece hoşuna gidiyordu. Bu onun en büyük zevkiydi. Sol omzum, içinde mışıl, mışıl uyuduğu bir beşik mesabesine gelmişti.
Güzel gözlerini kaldırıp, biraz üzüntülü:
-Burada çok mutluyum ama artık beni bıraksan dedi.
Onu yavaşça kucağımdan indirdim. Cebimden mendilimi çıkarıp, burnunun en üst noktasındaki siyah lekeyi temizlemeye çalıştım. Ama bu girişimim karalığın daha çok sağa, sola bulaşmasından, daha büyümesinden başka bir işe yaramadı.
-Galiba yüzümü yıkasam daha iyi olacak deyip, sekerek yanımdan uzaklaştı. Bu ara gizlediğim yerden çiçek buketini alıp, getirdim. Biraz sonra geldiğinde nemli yüzü mutlulukla apaydınlıktı. Ruhunun derinliklerinden gelen; ak çiçekler gibi açan, içimi ısıtan tebessümlerinden biri de yüzünü süslüyordu. Bu ak çiçekler, gözlerinin derinliklerinden fışkırıp geliyor gibi, gözbebeklerini tamamen dolduruyordu. İlk tanıştığımız günden beri; bu minik kızın, küçük eşimin, bu çocuksu tebessümü ve bu tebessümün yüzünde belirttiği çocuksu ifade içimi ısıtıp, durmuştu.
Arkama gizlediğim buketi çıkarıp uzatınca, inanılmaz derecede sevindi. Böyle buketler almaya alışkındı ama her defasında taşkın bir sevince kapılır, bu sevinç hiç eksilmezdi. Defalarca boynuma sarılıp, beni defalarca öptü. Böylesine duygu yüklendiğinde yaptığı gibi ağlamasını bekledim ama ağlamadı.
Neşeyle gülerek:
-Karnın acıktı mı? Diye sordu.
Karnım gerçekten açtı.
-Evet dedim. Acıktım.
-Sana bir sürprizim var dedi. Gerçi akşam içindi ama şimdi olsa da fark etmez.
Bu sürpriz ne olabilirdi ki? Tabi ki bunu o an bilmem mümkün değildi.
-Şimdi iyice merak ettim dedim. Daha fazla merakta bırakmayacağını umarım.
Yüzünde güller açarak:
-Evet, bırakmayacağım dedi. Senin için özel bir yemek yaptım. İlk defa yemek yapıyorum. Bakalım beğenecek misin?
Sevinçle elimden tutarak küçük masanın yanına götürüp, taburelerden birini oturttu. Bir yandan da nasıl yaptığını anlatıyordu.
-Bunun tarifini Hacer anadan aldım. Esasında pek yemekte sayılmaz. Yemekten çok çorbaya benziyor. İçinde neler var neler. Zannederim son derece de besleyici. Bakalım beğenecek misin? Beğenirsen sık, sık yaparım deyip, içindekileri saymaya başladı.
Anladığım kadarıyla bu yemekten daha çok bir sebze çorbasına benziyordu ama gene de içine konan malzemeler garibime gitmişti. Çorbasını, ya da yemeğini öylesine övüyordu ki, sonunda krallara layık bir yemeğin beklediğini bana inandırdı.
Elinde bir tabak olduğu halde sevinçle koşarak, su dolu kazanın hemen yanında duran küçük bir tencereden bir kepçe dolusu yemeğini, ya da çorbasını doldurup, önüme koydu.
Bu gerçekte koyu yeşil renkte, içinde turpa, ya da şalgama benzeyen bazı sebzelerin yüzdüğü, iyice kızdırılarak köpürtülmüş tereyağıyla yağlanmış bir şeydi. Görünüşünün pek iç ve iştah açıcı olmadığını düşündüm. Kocaman, kocaman açılmış gözlerini, tepkimi tam olarak ölçebilmek için pür dikkat yüzüme dikmiş, tam karşıma oturmuştu.
Besmele çekerek kaşığımı çorbaya, ya da yemeğe daldırdım. Gözleri kedinin ciğeri takip ettiği gibi kaşığı takip ediyordu. Kaşığı ağzıma götürdüm. Biraz garip, biraz buruk tiksindirici bir tadı vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımda bundan berbat bir şey yediğimi, ya da içtiğimi hatırlamıyordum. Fakat küçük eşim karşımda öylesine saf, öylesine temiz, öylesine çocukça bakıyordu ki, onu kıyamadım. Onu üzmektense bu berbat şeyi yemenin daha iyi olacağını düşünmekten kendimi alamadım. Her şey niyete göre ölçülmüyor muydu?
Şüphesiz ki bu berbat şeyi son derece lezzetli bir yemek niyetiyle yapmıştı. En azından çok, çok iyi niyetliydi. Yemeğin berbat diyerek onu üzmek istemedim. Fakat öylesine tatsız, tuzsuz bir şeydi ki... Boynumu büküp, kaderime razı oldum.
Gözleri üzerimde, vereceğim tepkiyi merakla bekliyordu. Birinci lokmayı güçlükle yutarak:
-Galiba tuzu biraz az dedim.
-Tuzu az mı? deyip masa üzerinde tuzluğu arayıp buldu, önüme koydu. Yine kocaman, kocaman açılmış gözlerini merakla yüzüme dikti.
Biraz tuz attıktan sonra, çaresizlikle bir lokma daha aldım.
-Şimdi daha iyi oldu. Bir parça biber olsa zannederim daha iyi gidecek dedim.
-Biber mi? Biber mi istiyorsun? Hemen getireyim deyip, yerinden fırladı. Ocağın üzerine asılı dizisinden bir biber kopardıktan sonra, yıkayıp, önüme koydu. Artık kaçacak yerim kalmamıştı. Kaderlerine razı olanların teslimiyetiyle bir lokma daha aldım.
Gözleri heyecan ve meraktan daha da açılıp büyümüş, küçük yüzü bir çift göze dönüşmüştü. Daha fazla sabredemedi.
-Eee! Dedi. Nasıl buldun?
-Fena sayılmaz dedim. Peki, sen niye yemiyorsun?
Yemeğini beğendiğimi zannetmiş olmalı ki, sevinerek:
-Tabi dedi. Bir parça ben de yesem hiç fena olmayacak.
Eline bir tabak alarak küçük tencereye doğru sevinçle koştu.
Bir dakika sonra buğular tüten çorbası, ya da yemeğiyle karşıma oturmuştu. Gurur ve için, için kaynayan içten bir sevinçle bir müddet eserini baktıktan sonra kaşığını daldırdı. Bense merakla yüzüne bakıyor, gülmemek için kendimi güç tutuyordum.
Kaşıktaki sıvıyı ağzına dökmesiyle hayatımda gördüğüm en komik yüz ortaya çıkıverdi. Önce bir şaşkınlık, sonra bütün hatlarının bir birine girdiği bir yüz karmaşası, bir yüz buruşması.
Olabildiğince dilini çıkarak:
-Ööööğt! Fakat bu berbat bir şey diye haykırdı.
Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Makaraları koyuverdim.
Bir an şaşkınlıkla yüzüme baktı. Sonra bu şaşkınlık kızgınlığa dönüştü. Kahkahalarla gülmem onuruna dokunmuş gibiydi.
-Hain! Demek bile, bile bana bu berbat şeyi yedirdin diye bağırıp, ağlamaya başladı.
Küçük vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Tabi onu teselli verip, avutmak yine bana düşmüştü. Sevgiyle kucakladım. Başını göğsüme yaslayıp, ağlamaya devam etti.
-Ağlama sarı gülüm dedim. Nihayet bu ilk denemen. Çok tecrübesizsin. İlerde çok nefis yemekler yapacağından eminim.
Başını kaldırıp, yüzüme baktı. Küçük, zayıf yüzü sırılsıklam olmuştu.
-Fakat ....Fakat ...Zehirlenebilirdin.
-O kadar da değil dedim. Sadece biraz lezzetsiz. O da tecrübenin az oluşundan. Zannederim sebzelerden birini yanlış koydun.
Yüzünü silip, temizlemesi için mendilimi uzattım. Gözyaşlarını silip, burnunu temizledikten sonra:
-Teşekkür ederim deyip, mendilimi iade etti.
Tatlı, tatlı gülümseyip:
-Galiba yine eski usule döneceğiz dedi.
-Eski usule mi?
-Evet! Yani konserve açacağız demek istedim. Fakat biliyorsun, hâlâ konserve açmasını da beceremiyorum.
-Tamam dedim. Bir konserve açarım.
-Lütfen.
Biraz sonra eski usulle karnımızı doyuruyor, birbirimize bakıp, bakıp kıkırdıyorduk. Yemekten bitip, tabakları topladıktan sonra:
-Çay yapmamı ister misin? Diye sordu.
-Evet dedim. Lütfen.
Çay suyunu ocağa koyduktan sonra yavaşça yanıma yaklaştı. Yüzü yüzüme dönük, ata biner gibi kucağıma oturdu. Kollarını boynuma dolayarak, ruhumun derinliklerini gören gizem dolu bakışlarla, sanki beni ilk defa görüyormuş gibi; uzun, uzun inceledi. Bu küçük kızın ruhumu bütün ayrıntılarıyla ve rahatlıkla görebildiğini düşündüm. Biraz daha yaklaşarak incelemeye devam etti. Nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Yavaşça eğilip, gözlerin kapattı. Şehvetten ziyâde sevgisini ifade eden yumuşacık bir öpüşle uzun, uzun öptü. Sanki uzun müddet görmemişte hasret kalmış gibi, yüzünü omuzlarıma, boynuma doğru bastırdı. Soluk alışverişlerini duyuyor, ılık nefesini boynumda hissediyordum. Kollarımı vücuduna dolayıp, kendime çektim. Anlaşılamaz bir nedenle hafifçe titriyordu. Bir müddet öyle, sessizce durduk. Birden başını kaldırarak neşeyle güldü. Az önceki kadınsı, gizem dolu bakışların yerine afacan, çocuk gözleri alıverdi.
-Hey, çayı unuttum diye bağırarak, minik elleriyle göğsümü itip, uzaklaştı. Küçük bir kuş gibi kollarımdan sıyrılarak ocağa doğru koştu.
Biraz sonra tavşankanı çaylarımızı yudumluyorduk. Çaydan sonra onu şöyle, kısa bir gezintiye davet ettim.
-Bu gün hiç gezmedin, seni şöyle bir dolaştırayım. İster misin? Diye sordum.
-Tabi, fakat kısa olmak şartıyla.
Hazırlanması uzun sürmedi. Kısa, fakat son derece neşeli geçen bir gezintiden sonra küçük evimize döndük. Biraz daha uzatmayı teklif etmiştim ama kabul etmemişti. Neden olarak da; işlerinin henüz bitiremediğini, etrafı silip, süpüreceğini söylüyordu. En fazla on beş metrekare olan bir evin derlenip, toparlanması, silinip süpürülmesi ne kadar zaman alırdı ki? Fakat, evinin hanımı olma konusunu çok önem veriyor, buna çok heves ediyor, titizlik gösteriyordu. Küçükte olsa eviyle uğraşmanın ona büyük bir zevk verdiğini, bundan mutlu olduğunu biliyordum.
Sağa, sola koşuşup dururken, ayağının altında dolaşıp durmamamı ihtar etti.
-Peki! Ne yapmamı, nereye gitmemi istersin hayatım? Diye sordum.
Bir an düşündü, cevap bulamıyor gibiydi. Sonra yatağı başıyla göstererek:
-Bir öğle uykusuna ne dersin? Diye sordu.
-Gerçekten iyi fikir dedim. Şöyle birkaç saat uzanıp, kestirmek hiçte fena olmayacak.
Gerçekte hiç uykum yoktu. Yatma teklifini kabul etmem, küçük eşime kurduğum bir tuzaktan başka bir şey değildi. Beni öyle yatarken görünce, dayanamayarak yanıma geleceğini tahmin ediyordum. Koca uykucunun hiç bir fırsatı kaçırmayacağını biliyordum.
Pijamalarımı giyip, yatağa uzandım. Gözlerim yarı aralık, gülmemek için kendimi zorlayarak, küçük eşimi takibe aldım. Gözü yatağa her ilişişte, beni öyle uzanmış uyuyor görünce içi gidiyor, kendini güçlükle engel olmaya çalışıyordu. Ben de onu tahrik için zevkle sağa, sola dönüyor, kollarımı uzatıp, vücudumu çıtırdatıyordum. Baktı ki olacak gibi değil, yatağa bakan gözleri zevkle parıldayarak koşup, kapıyı kapattı. Çabucak soyunup, kendini yatağa attı. Yeni uyanırmış gibi yaptım.
-Aaa! Sen de mi geldin hayatım? İşinin çok olduğunu zannediyordum dedim.
Kıkır, kıkır gülerek:
-Koca numaracı seni. Beni gözetleyip durduğunun farkında değil miyim sanıyorsun? Tahrik etmek, beni baştan çıkarmak için elinden geleni yapıp durdun diyerek, küçük ellerini minicik yumruklar yapıp, yalancıktan göğsüme vurdu. Yine o gizem dolu, kadınsı bakışları gözlerine yerleşmişti. Bir an, ruhumu görmek istermiş gibi; derin, derin gözlerimin içine baktı.
-Biliyor musun? Bazen çok hain oluyorsun diye fısıldadı. Hain kelimesinde; mecazen, çok güzel mânâlar gizli olduğunu bildiğim halde, bilmezlikten gelerek, sahte bir kızgınlıkla:
-Ne! Bana, kocana hain dedin ha? Hain dedin demek. Şimdi sana gösteririm terbiyesiz kız diye bağırarak, sahte bir öfkeyle, onu hırpalamak istermiş gibi gerçekte sevgiyle dolup taşarak, kollarımın arasına aldım.
Sahte çırpınışlarla, kurtulmak istemeden kurtulmaya çabalıyor, her debelenişiyle biraz daha yaklaşıyordu. Arzu eden dişilere özgü, gizemli kadın kokusu, o ak zambak kokusu burnuma çarpıyor, kanım alev alıyordu. Gözlerini yarı yarıya örten gözkapaklarının altında; kalın, kısa bir çizgi gibi görünen gözbebekleri arzuyla mı yanıyordu? Bir an küçük burnunun delikleri alabildiğince açılmış, yarı aralık dudaklarının hazla titrediğini hayal ettim. Eğilerek arzuyla öptüm. Dudaklarının sertleşmesini hissetmeye çalıştım. Dudakları yumuşacıktı, bakışlarından sevgi akıyordu. Vücudunu saran kollarımın halkalarını biraz dikkatsiz davranıp, bir parça daha daraltıversem çıtır, çıtır kırılıverecek gibiydi. Kucağımda tortop olmuş, bir türlü rahat durmayan; kıpır, kıpır bir canlılıkla içimi sevgi ve şefkatle doldurup taşıran, sahte debelenmelerle çırpınan; çocuksu kahkahalarını, minik çığlıklar karıştıran bu kıza sahip olmak için son derece güçlü bir arzu duyuyordum. Sonra, onun yeni açmaya çalışan minik bir çiçek olduğunu, koklarken incitmemem gerektiğini hatırladım. Sevgim, arzuma üstün geldi. Damarlarımda dolaşan lavın yerine sıcacık bir sevgi doldurdu. Nihayet uzun debelenmeler, çırpınmalar, sahte karşı koymalar, yalancı tehditlerin sonunda teslim olarak, ruhuyla beraber küçük vücudunu da kollarıma teslim etti. Bu teslim oluşta, büyük bir haz aldığı kesindi. Kollarımda büyük bir huzur duyuyor, kendini güvende hissediyordu.
Ona olan arzum henüz sönmemişti. Fakat, sahip olacağım kadından daha fazla şeyler bekleyecek kadar bu konuda duyarlıydım. En hayvansal duyguların bile; sevgiyle harmanlanarak, insanca duygulara dönüşeceğini, kalitesinin artacağını, güzel duyguların kanatlarıyla insanların çok, çok yükseklere uçabileceğini inanıyordum. Çünkü çirkinlik Şeytan’dansa, güzellik Tanrı’dandı. Biraz sabırla; onun, böyle bir uçuşa hazır olabileceğinin farkındaydım. Onu mutlu görme isteğim her türlü arzularımın önündeydi. Çünkü onu seviyordum.
Onu öpücüklere boğarak, bağrıma bastım. Altın bir taç gibi kıvır, kıvır sarı saçlarla süslenmiş küçük başını; o pek sevdiği yuvasına, kalp atışlarımı rahatlıkla duyabileceği sol omzuma itinayla yerleştirdi, huzurlu bir iç çekişle uyumaya hazırlandı. Bir kaç dakika sonra, huzurlu bir uykunun verdiği; bir çiçeğe koklar gibi, derin soluk alış verişlerini duymaya başladım. Yanaklarıma gıdıklayan sarı saçlarının yasemin kokusu, huzurlu soluk alışverişlerini duyuşum içimi mutlulukla doldurup, taşırmaya yetiyordu. Kadınlar bazen yasemin gibi kokarlar….Hayır, hayır yanlış yazdım.. Yaseminler, bazen kadın gibi kokarlar. Seven bir kadın gibi.....
Bir kaç saat sonra; yeni doğan, taze bir gün gibi uyandı. Gözleri, yüzü şişmiş, bir parça toplanıp, tombullaşmış gibiydi. Tatlı, tatlı gülümseyip, kalkmak istedi. Vücudunun kıpırdaklığını, hayatiyetini duymak bana öyle büyük bir zevk veriyordu ki, hemen bırakmadım. Büyük bir zevk alarak, kollarımdan kurtulmaya çabalıyor, fakat kurtulmak istemiyor; çırpınmalarını, minik çığlıklarını, kahkahalarını uzattıkça uzatıyordu. Nihayet yeterince zevk alıp, tatmin olmuş olmalı ki, elimden kurtulup, bir kaç adım ileriye kaçtı. Yüzü pespembe, gözleri ışıl, ışıl yanıyordu.
Gülümseyerek:
-Çay yapayım mı, içer miyiz? Diye sordu.
Bu hastaya çorba sormak gibi bir şeydi. Tabi ki memnuniyetle kabul ettim. Biraz sonra çaylarımızı yudumlarken sohbet ettik. Öteden beriden, daha çokta evimizin durumunu konuştuk. Onu yalnız bırakmak istemediğimi söyledim. Eğer evinde işi olursa erken dönecektik. Ayrıca Hacer analar kış hazırlıkları yapıyorlardı. Onların yanında pekâlâ bizim içinde kış hazırlığı yapabilirdi.
Oldukça hoş geçen bir geceden sonra sabahleyin erkenden uyanıyor, namazdan sonra alelacele kahvaltı yapıp, Musa emmilere yollanıyorduk.
Her ne kadar henüz kadın olamasa da, evli bir kız olmanın; mutlulukla beraber, bazı sorumluluklar da getirdiğinin farkındaydı. Genç bir kız olmakla, küçük bir çocuk kalma arasında bocalıyor gibiydi. Bazen onu; afacan kız çocuğu kimliğinden sıyrılıp, hanım hanımcık bir kız kimliğine büründüğünü görüyordum. Güzelce giyindikten sonra başını sıkıca bağlıyor, mantosunun uzun kollarından çıkan minik, beyaz, yer yer kınalı ellerini ellerime kenetliyor, başörtülü güzel başını omzumun yan tarafına dayıyor, kırk yıllık evli bir kadın ciddiyetiyle, hülyalı bakışlarla etrafı seyrederek, yanımda hanım hanımcık yürüyordu.
Böylesine hanım hanımcık bir kimliğe bürünüvermesi, deli fişek, çocuksu haline alışmış olan bana, önceleri biraz garip gelmiş, yadırgamıştım. Onun çocuksu hallerini özlüyor, bir yandan olgun kadın kimliğine kavuşmasına seviniyordum. Bazen; büyürse onu kaybedecekmişim gibi garip ve mantıksız bir korkuya kapılıyordum. Çocuksu bir sevinçle dolup taşan, olgun bir kadın, galiba en idealiydi.
Bu yüzden yolda giderken; küçük tahriklerle, onun tekrar çocuksu kimliğine bürünmesini, biraz ciddiyetten kurtulup, çocuklaşmasını çabalıyordum. Genellikle bu çabalarım; hoş kahkahaların ve çığlıkların çınladığı, el ele koşuşturmalar, üzerlerimizin kirlenmesine aldırmadan çimenlerde, çiçek tarlalarında alt alta, üst üste yuvarlanmalar, boğuşmalar, onu küçük bir tavşan gibi yakalamamla sonuçlanan kovalamacalarla sona eriyordu.
Yaşam sevincini içimizde, iliklerimizde hissediyor, salt mutluluğa kesiyorduk. Hayatımın en güzel günlerini yaşıyor, bunu bana nasip eden Ulu Yaratıcı’ya hamd-ü senalar ediyor, şükranlarımı sunuyordum.
İnşaatımızda umulmayacak derecede hızla ilerliyordu. Zemin kat tamamen bitmiş sayılırdı. Birinci katında tavan betonları dökülmüş, donmayı bekliyordu.
Son bir kaç gün içinde, artık yağmur mevsiminin gelmekte olduğunu gösteren küçük bulutlar gökyüzünde sıkça görünmeye başlamıştı. Rüzgârda bir parça sertleşmişti. Kalıplar sökülünce, hemen çatı başlanacaktı. Gerekli olan kereste ve kiremitler çoktan gelmişti.
İkinci yani kule inşaatıysa son aşamasına gelmişti. Üst katın tavan demirleri döşendikten sonra, değirmen iskeletinin oturacağı, üzerinde dört adet cıvata kaynatılmış çelik plakaları dikkatle yerleştirdim.
Bu plakaların durumu çok önemliydi. En küçük bir hata bütün projemi suya düşürebilir, her şeyi alt, üst edebilirdi. Bu yüzden bin bir itinayla; sık, sık ölçüp biçerek; tekrar, tekrar kontrol ederek yerleştirmiştim.
Beton atılmadan önce kanatların döndüreceği mili alt kata geçirecek deliği temin içinde, tavanın tam ortasına, uygun ebatta bir plastik boru yerleştirdim. Betonun dökülmesi sırasında başından ayrılmadım. Beton atıldıktan sonrada bir kere daha kontrol ederek, gerekli düzeltmeleri de yapıp, donmasını beklemeye başladım.
Nihayet beklenen gün gelmişti. Değirmeni o gün monte edeceğimi bilen küçük eşim, benim gibi heyecan içindeydi. Bu projemden ondan başka kimsenin haberi yoktu. Başarısızlık ihtimali yüksek olduğundan, başkalarının duymasını istememiştim. Gerçekte küçük eşimin de bilmesini istememiştim ama bu cingöz kız, büyük bir ustalıkla lafı ağzımdan almış, bu küçük sırrımı öğrenmişti.
Musa emmi gibi Rüstem usta ve diğer işçilerde, ikide bir boyayıp durduğum bu parçaların ne işe yarayacağını merak ediyorlardı. Bir kaç kere Musa emmi merakla yüzü ışıyarak yanıma gelmiş, ne yapmayı düşündüğümü sormuştu. Ben de ona gülümseyerek az daha sabretmesini söylemiştim.
Şüphesiz ki kulenin en üstüne; betonların arasına yerleştirdiğim çelik plakaların, bu parçalarla bir ilgisi ol- duğunu anlamışlardı ama, ne yapmak istediğimi bir türlü çıkaramıyorlardı. Kulenin kalıpları söküldükten sonra duvarları da örülmüş, montaj için bir engel kalmamıştı. Doğrusu sonucu en az onlar kadar merak ediyor, heyecan içinde bekliyordum.
Büyük demir parçalarını birer ikişer kulenin çatısına taşıdığımı gören Musa emmi koşarak geldi; yardım edip, edemeyeceğini sordu.
-Tabi dedim. Zaten yardıma çağıracaktım.
Önce, mili tutacak yatakların yerleşeceği iskeleti, daha önce betona sıkıca gömdüğüm çelik plakalara yerleştirip, cıvatalara somunlarını geçirerek sabitledim. Yatakların ve milin montajıysa oldukça uzun sürdü. Milin tam düşey doğrultuda olması gerekiyordu. Yataklar tarafından kastırılmaması, rahat dönebilir pozisyonda bulunması çok önemliydi. Nihayet, uzun bir uğraş ve ayarlardan sonra, istediğim gibi monte etmeye muvaffak oldum. Mil; yatakların içinde rahatlıkla döndüğü gibi, en ufak bir boşlukta yoktu.
Bir kat aşağıya inerek volanın ve alternatörün oturacağı, üzerinde rahatlıkla ileri, geri hareket edebileceği kızakları monte etmem de uzun sürmedi. Başlangıçta alternatör kasnağını rast gele seçmek zorundaydım. Ölçümlerden sonra büyütüp küçülterek, en ideal dönüyü seçmeye, bulmaya çalışacaktım. Volanla alternatör kasnağı arasındaki iletiyi sağlayacak olan kayışları da; yalpalayıp, balansı bozmayacak şekilde güzelce monte ettim.
Sıra en zor işe, kanatların montesine gelmişti. Bu; sağlı, sollu kanatları oluşturacak dört büyük parçaydı. Böylece sekiz kanat oluşacaktı.
Rüzgârı avuçlayarak dönmeyi sağlayacak kalın branda bezinden parçaları taktıktan sonra, birinci kanadı yukarıya taşıdık. Rüzgâr fazla şiddetli değildi. Fakat, her ihtimale karşı; montaj bitinceye kadar kanatların dönmesini önleyecek, uçlarında demir çengeller bulunan çelik telleri uygun yerlere bağladım. Birinci kanadın bağlanması uzun sürmedi.
Rüzgâr, tıpkı bir yelkenli gibi, branda bezlerinin çukurlarına doluyor, avuçlanıyor, yükleniyor, oldukça güçlü bir şekilde kanatları itiyordu. Bu itiş öylesine güçlüydü ki, dönmesini engelleyen çelik telleri koparacak gibi geriyordu. Hem kanatların mille bağlantısının eğrilmesini önlemek, hem de bir kopmaya karşı emniyet tedbiri olarak ikinci bir telle karşı kanadı da bağlamak zorunda kaldım.
Üçüncü ve dördüncü kanatları meydana getiren ikinci büyük parçayı da monte edince rüzgârın basıncı ve gücü iki misli birden arttı. Rüzgârı kucaklayan kanatlar tellerle bağlı olduğundan, milin bağlantı noktalarında esniyor, kırılacak gibi oluyordu. Bu yüzden her kanadı da ayrı ayrı, sağlı sollu tellerle bağlamaya mecbur kaldım. Montaj bitince çağıracağım diğer işçilerin yardımıyla kanatları çözüp, boşaltacaktık.
En büyük korkum bu çözüp, boşaltma sırasında bir kaza oluşma ihtimaliydi. Aniden, güçlü bir şekilde dönmeye başlayacak kanatlar birimize çarpabilirdi. Her hangi bir kaza ihtimaline karşı düşünebildiğim her türlü tedbiri aldım. Üçüncü ve dördüncü kanatların montajı da uzun sürmedi.
Bütün işçiler işlerini bırakmış, merakla yaptığımız bu acayip makineye bakıyorlar; birbirleriyle konuşuyorlar, ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyorlardı.
İşçilerden bir kaçını yardıma çağırdım. Rüstem ustayla beraber beş işçi geldi. Neyi, nasıl yapacaklarını gösterip dikkatli olmalarını sıkıca tembihledikten sonra, hep beraber kanatları çözüp, serbest bıraktık. Allah’a şükür her hangi bir kaza olmadı. Değirmenim; bütün haşmetiyle, hiç zorlanmadan, yağ gibi kayarak dönmeye başladı. Kulenin üzerine konmuş, kanatlarını çırpan, kocaman, dev bir akkuşa benziyordu. Aşağıda, bizi merakla takip eden diğer işçiler; hayranlıkla, bu kocaman akkuşu birbirlerine gösterip, gülümsüyorlardı.
Rüstem usta ve Musa emmi bunun artık bir yel değirmeni olduğunu anlamışlardı ama, ne için yaptığımı bir türlü kestiremiyorlar, merakla yüzüme bakıyorlardı.
Alternatörün bulunduğu bölüme inerek, aldığım avo metreyle voltajları kontrol ettim. Fazlar arası dört yüz volt, faz toprak arası iki yüz elli volt çıktı ki, bu idealdi. Frekans ölçümü de kırk herz çıktı. Dönü düşüktü, yüke binince daha da düşeceği kesindi. Alternatörü kızağa sıkıca bağlayan somunları gevşeterek, geriye itip, kayışlarından kurtardım.
Dönü ayarı için İhsan usta çeşitli çaplarda kasnaklar yapmıştı. Çıkardığım kasnağın bir boy küçüğünü monte ettim. Tekrar kayışları gerip, alternatörü yol verdim. Ölçüm sonucu mükemmeldi. 55 herzdi, ama alternatör yüke binince biraz daha düşecek, ideal olan 50 civarlarında seyredecekti.
Musa emmi yanımdan hiç ayrılmıyor; yaptıklarımı biraz merak, daha çok hayranlıkla izliyor, güzel yüzü sevinçten ışıl, ışıl parlıyor, ikide bir :
-Tamam mı beyim? Diye sorup, duruyordu.
Ölçüm yapmaya başladığımda, yaptığım makineyle elektrik üretmeye çalıştığımı anlamıştı. Bu; onun için, olağan üstü, hatta mucize gibi bir şeydi. Şüphesiz ki uzun yıllar gurbette çalıştığından elektriğin ne olduğunu biliyordu. Ama burada, Ballıca’da... Saçları dağıtan, gözlere toz toprak dolduran, hiç bir işe yaramaz zannedilerek dikkat bile edilmeyen rüzgârdan istifade edilerek...
Nihayet dayanamayarak tekrar sordu.
-Tamam mı beyim? Oldu mu?
-Evet Musa emmi dedim. Allah’ın izniyle galiba bu işi becerdik.
Heyecandan titriyordu.
-Yani şimdi bu ampul yakacak mı?
-Evet! Hem ampul yakacak, hem de buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın ya da istediğin elektrikle çalışan herhangi bir aleti çalıştıracak. Ne istersen.
İnanmaz gözlerle yüzüme baktı.
-Hadi bana aşağıdaki malzemelerin arasından bir duy, bir ampul biraz da kablo getir, sana göstereyim dedim.
-Hemen beyim diyerek heyecanla koştu. Bir dakika sonra istediğim malzemelerle yanımdaydı. Telleri duya monte ettikten sonra ampulü taktım. Toprakla fazlardan birine telleri değdirince ampul patlayacakmış gibi ışık saçarak yandı.
Musa emmi hayranlıkla yüzüme bakarak:
-Beyim, beyim! Sen gerçekten çok akıllı, büyük bir adamsın diye bağırdı.
Kulenin üzerinde dönüp duran, elektrik üretip, ampul yakan bu kocaman ak kuş; Ballıca’da, Horozlu’da, Aktepe’de..... Bütün civarda umulmadık bir ilgi gördü. İnsanlar birbirlerine; değirmenin, kulenin üstünde kocaman bir kuş gibi nasıl kanat çırptığını heyecanla anlatıyorlar; atlarına, eşeklerine binerek, ya da yaya olarak; yakınlardan, uzaklardan bölük, bölük seyre geliyorlardı.
Kollarını uzatıp; kocaman akkuşu birbirlerine gösteriyorlar, yüzleri bir gülücüklerle pırıl, pırıl hayranlıkla bakıyorlardı. Küçük evim; etrafta Değirmenli Ev olarak tanınıp, anılmaya başladı. Şöhreti umulmadık bir hızla bütün yöreye yayılıp, şehre ulaştı. Artık ben Değirmenli Evin Beyi, küçük eşimde Değirmenli Evin Küçük Hanımı olarak anılmaya başlamıştık.
Bu yörede bizi tanımayan, bilmeyen kalmamış gibiydi. Şehirden bile Değirmenli Evi görmeye geliyorlardı. Tabi ki yöre halkının gösterdiği bu ilgiden son derecede memnundum.
Değirmenin montajından, taşınmamıza kadar çok yoğun bir şekilde çalıştık, koşuşup durduk. Fazla teferruata girmeden ana başlıklar halinde yaptığım işleri şöyle sıralayabilirim.
Her şeyden önce sosyal ilişkilerimizin iyi olmasını istediğimden civardaki insanlarla ilişkilerimi güçlendirmeye çalıştım. İşim çok yoğun olmasına rağmen ne edip ediyor; düğünlere, cenazelere katılıyor, hastaları ziyaret ediyordum. Cenazeler hariç, diğer ziyaretlerimde küçük eşimi yanımda götürüyordum. Onu mümkün olduğunca tanıyıp, sevmelerini, saygı duymalarını temin etmeye çalışıyordum.
Değirmenin montajından bir kaç gün evvel Rüstem usta; artık yeterince kum geldiğinden bahisle kamyonu geri göndermek istediğini bildirmiş, ben de kabul etmemiştim.
Rüstem ustaya:
-Hayır, kamyonu gönderme. O bana daha çok lazım, Akçay’dan toprak taşıtacağım demiştim.
Yaptırdığım duvar seksen santimi geçmişti. Artık toprak getirterek dolguya başlayabilirdim. En uygun, istediğim kömür karası verimli toprağı; Akçay’ın Küçük Göl’e yaklaştığı, sonra daralarak Küçük Göl’e girdiği yerin biraz berisinde, zamanla sularla taşınan toprakla dolmuş, lığlanmış dev bir çukurda buldum.
Son zamanlarda yağış olmadığı için suyu iyice azalan Akçay; esas yatağına çekilmiş, bu verimli toprakları açıkta bırakmıştı. Fakat buradan toprak getirmenin göründüğü kadar basit bir iş olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Birinci sorun; kamyonun, henüz boylanmamış genç ve sık ağaçlar nedeniyle buraya yanaşamamasıydı. Yanaşabildiği yerle, toprak dolu çukur arasında en azından üç yüz metre vardı.
Kamyonun değil de, arabanın yanaşabileceğini fark edince; toprağı kamyona kadar arabayla taşıyıp, oradan da kamyona aktarmayı düşündüm. Ama, araba öyle eskiydi ki, doldurulan toprak; gidiş gelişlerde, yamru, yumru orman yolundaki sallantılar nedeniyle yarısı yolda dökülüyordu. Fakat ona da bir çare bulmakta gecikmedim. Etraftan yeterince çuval toplattım. Üç işçi toprağı çuvallara doldurup arabaya yerleştiriyorlar, bir işçi üç yüz metre kadar ilerideki kamyona götürüp aktarıyor, kamyonda inşaata getiriyordu. İnşaatta bulunanlar da, kamyon geldikçe birer, ikişer kapışıyor, çuvalları boşaltıp geri gönderiyordu.
Kamyon Akçay’a döndüğünde; yeterince çuval olduğundan, çuvalları toprakla dolmuş olarak hazır buluyordu.
Duvar yükselirken, bir yandan da toprakla doldurduk. Duvar bittiğinde yeterince toprak getirilmişti. Getirilen toprağı yaydıktan sonra sulayarak, iyice çöküp, yerleşmesini sağladım. Oluşan çöküntülere yeni toprak getirterek doldurdum.
Kamyon son defa Ballıca’dan ve Horozlu’dan gübre getirdi. Gübreyi dağıtıp, bellettikten sonra; yarım dönümü evimin hemen önünde, yarım dönüm kadarı da evimin sol tarafında olmak üzere bir dönüme yakın; ekime, dikime hazır maşalam oldu.
Evimin güneye bakan cephesini çiçek için boş bırakarak; diğer yerlere Musa emmiye mevsim sebze fidelerinden aldırıp, hemen diktirdim. Çiçek için ayırdığım yere de çeşit, çeşit güller diktim.
Musa emminin yardımıyla; elektrik tesisat borularını, buatlarını, anahtar kasalarını yerleştirdim. İnce sıvalar bitince, tellerini çekip, anahtarları, prizleri, duyları taktım. Dağıtım tablosunu da yerleştirdikten sonra toprak altından ve borular içinden 4x4 NVV antigron kabloyla voltaj düzengecine kadar gelip, montajını ve bağlantılarını yaptım. Artık elektrik kullanıma hazırdı.
Kapıları ve pencere çerçevelerini, camları getirtip, monte ettirdim.
Planladığım gibi sokak kapısı çelik kapıydı. Alt kat pencerelerin demir kepenklerini İhsan usta gelerek monte edip, gitti. Üst kat pencereleri; dıştaki dışa, içtekiler içe açılacak şekilde çift çerçeveliydi. Bu sayede oldukça sert geçen kış soğuğuna karşı oldukça korumalıydı.
Alt kat; tabanlar cam yünü üzerine ahşaptı. Mümkün olduğunca betonun olumsuz etkilerinden kurtulmaya çalıştım. Ayni şekilde tavana da cam yünü döşettim. Kiremitler çatıya tellerle sıkıca bağlandı. Böylece şiddetli esen rüzgârla kaymasını önlemeye çalıştık.
Kulenin ikinci katına su deposu koydum. Donmalarını önlemek için boruları bina içinden ve toprak altından geçirdim. Dışta kalanları cam yünüyle korumaya aldım. Su giriş ve fazla suyu tahliye borularını da aynı şekilde yaptık. Evimizde artık suyumuz akmaya başlamıştı.
Pis su boruları sağ alt köşede birleşiyor, borularla toprak altından arsanın sonuna kadar gidiyor, üzeri beton bloklarla kapalı iki küçük filtre havuzundan geçerek ormana veriliyordu. Çevreyi kirletmeme ve bozmama ilkesini elimden geldiğince uygulamaya çalıştım.
Sıvalar yeterince kurumamıştı. Fakat bunun için vaktim yoktu. İlerde tekrar boyamak üzere; bütün ev, önce beyaz, sonrada krem rengi plastik boyayla boyandı.
Küçük eşimle şehre giderek imalatçısından, ihtiyacımız olan mobilyaları aldık. Ayrıca Ahmet ustanın tavsiye ettiği bir marangozla anlaşarak; mutfağa ve odalara dolaplar, bir de kütüphane yaptırdım.
Perdeler, halılar, kap kacaktan sonra, sıra beyaz eşyalara gelmişti ki; şimdiye kadar yaptığım oldukça yekûn tutan harcamalarımın; şirkette küçükte olsa bir mali krize neden olabileceği endişesi içinde kaldım.
Şirketi çocuklarıma devrettikten sonra, büyük oğlum, şirket kârının belirli bir yüzdesini özel hesabıma aktarmayı teklif etmişti. Maddi konulara pek değer vermediğimi daha önce de yazmıştım. Oğlumun bu teklifini; babayla oğullar arasında bir nevi ayrımcılığa neden olacağını düşünerek kabul etmemiştim. Buna ne gerek var diyordum. Büyük oğlum, orta bir yol bulmakta gecikmemişti. Özel hesabımda belirli miktarda para bulunacak, istediğim gibi harcayacak, belirli bir limitin altına düşünce de şirket hesabından aktarma yapılarak tamamlanacaktı. Bankaya bu konu da talimat verilmişti.
Fakat, şimdiye kadar bu derece de aşırı bir harcamam olmamıştı. Şirketin durumunu ise tam bilmiyordum. Oğullarım, harcadığım paranın hesabını sormayacak kadar saygılıydılar. Saygılılardı ama, aşırı harcamalarım onları sıkıntıya düşürebilirdi. Bu yüzden, bundan sonra yaptığım harcamaları mümkün olduğu kadar uzun vadelere dağıttım. Vadeleri geldikçe hesabımdan ödenecek, böylece ani ve büyük miktar para çıkışı olmadığından, şirket sıkıntıya düşmeyecekti.
Bir evin ihtiyacı olabilecek bütün beyaz eşyaları yanında, her ihtimale karşı bir de kuzine satın aldım.
Küçük eşimle beraber üçüncü defa şehre gidişimizde, güzel eşime götüreceğim hediyeleri de aldık.
Bunu kendimde yapabilirdim ama, küçük eşim öyle ince zevk sahibiydi ki, bu zevkinden istifade etmek istemiştim.
Onunla alışverişim sırasında, şimdiye kadar hiç bilmediğim, farkına dahi varmadığım öyle incelikler öğrendim ki.... Eşimin beyaz tenini açacak, biraz kısa olan boyunu daha da uzun, incecik gösterecek; nefis, koyu yeşil renk bir elbiseyle, buna uygun mini mini ayakkabılar, çoraplar, iç çamaşırları, kibar, şık bir çift küpe; oğullarım içinde gömlekler, kazaklar aldık. Götüreceğim hediye paketlerini Ahmet ustanın evine bıraktık. Evime dönerken uğrayıp, alacaktım.
İnşaata başladığımızın otuz beşinci gününde taşındık. Esasında bu bir taşınma değildi. Sırt çantalarımız dışında, küçük evdeki her şey; üzerinde yattığımız yatak, örtündüğümüz yorgan bile Musa emmilerden ödünç alınmıştı. Küçük evi terk ettikten sonra, Musa emmi sadece yatak ve yorganı alıp, götürdü. Nasıl olsa gelip, gitmemiz eksik olmuyor diye diğer eşyaları; kap, kacağı olduğu gibi bıraktı.
Taşındığımızda küçük eşim sevinçten uçuyordu. Küçük eşim minik bir ceylan gibi sekerek koşuyor, üst kata çıkıyor, aşağıya iniyor; odalardan odalara giriyor, her kapalı yeri açıp bakıyor, azıcık kırışmış perdeleri düzeltiyordu.
En çok hoşuna giden yatak odamızdaki banyoydu. Banyo kapısı, iki yanındaki dolap kapılarıyla aynıydı. Orada bir banyo olduğunu bilmeyen bir kişinin anlaması mümkün değildi.
Her odaya elektrik sobaları alıp, koymuştum. Kışın soğuğunda; teker, teker olmak şartıyla yakıp, ısınacaklarını umuyordum. Mümkün olmazsa mutfağa, ocağın hemen yanına yerleştirdiğim odun ve kömür yakan kuzineyle ısınacaklardı. Bunun içinde odun ve kömür alıp, kulenin altındaki depoya koymuştum.
Taşındığımız gün iki tane koç kestirdim. Bunun birini hiç dokunmadan civardaki fakir fukaraya dağıttım. Diğer koçun etlerini de kışın yesinler diye kavurma yaptırdım. Şeker, un, bakliyatlar ve konservelerle kilerde doldurulunca, artık her şey hazır sayılırdı. Yalnız bırakmak zorunda kalacağım küçük eşimin bütün ihtiyacını, en ince noktasına kadar düşünüp, temin etmeye çalışıyordum.
Belki de bütün bunları böyle uzun uzadıya yazmam yadırganabilir. Bunun iki sebebi var. Birincisi yaptığım her işi en iyi yapmaya çalışma prensibim, ikinci nedense bütün bu yaptıklarımın küçük eşime olan sevgimi, onu ne kadar düşündüğümü belgelemesi. Bütün bunları yazmazsam Sarı gülüme olan sevgimi yeterince ifade edememiş olmaktan korkuyorum.
Hummalı bir şekilde, ihtiyaçlarını karşılamak için koşuşturup durmam, artık kaçınılmaz akıbetin yaklaşmakta olduğunu da gösteriyordu. İstesek de, istemesek de ayrılık artık çok yakındı.
Taşındığımızın üçüncü günü küçük eşim; akşam yemeğinden sonra güzel gözleri, keder bulutlarıyla kararmış, yüzüme bakıp:
-Galiba ayrılık vakti geliyor dedi.
-Evet dedim. Biliyorsun, gitmek zorundayım.
Yavaşça gelerek, boynuma sarıldı.
-Biliyorum dedi. Uzaklarda seni bekleyen sevdiklerin var. Seni onlarla paylaşmak zorundayım.
Gülümsemeye çalışarak ilâve etti.
-Eh! Ne yapalım. Seninle böyle olacağını bile, bile evlendim. Güle, güle git; güle, güle gel demekten başka yapabileceğim bir şey yok.
Ne zaman gitmeyi düşünüyorsun?
-Yarından sonra dedim. Yarın Musa emmiyle bu konuyu konuşacağım. Mümkünse Hacer ananın yanında kalmasını isteyeceğim. Böylece yalnız kalmayacaksın.
-Hacer ana bu teklifini seve, seve kabul edecektir. Beni öz kızı gibi seviyor. Ben de onu gerçek annem gibi seviyorum. Öyle iyi insan ki… Onunla, burada sıkılmayacağımdan eminim. Sadece seni özleyip duracağım.
-Ben de seni özleyeceğim. Mümkün olduğu kadar, sık aramaya çalışacağım.
-Muhtar emmiye mi arayacaksın?
-Başka çare yok biliyorsun.
-Fakat onun ayağı sakat. Buraya sık, sık gelip gitmek zorunda kalacak.
-O zaman şöyle yapalım. Muhtar emmiye telefon edip, haber bırakırım. Nasıl olsa Musa emmi her gün çocukları okula götürmek için Ballıca’ya gidip, gelmek zorunda. Muhtar emmiye uğrayıp haberlerimi sana getirir, senin haberlerini de muhtardan öğrenirim.
-Galiba tek çıkar yol bu. Acil bir durum olursa muhtar kendisi gelir.
Musa emmiye konuştum. Dört, beş ay kadar ayrılmak zorunda olduğumu söyledim.
-Merak etme beyim dedi. Gözün arkada kalmasın. Hacer’le Cafer’i yanına veririm, küçük hanım yalnız kalmaz. Hacer bu işe çok sevinecektir. Biliyorsun, küçük hanımı adeta öz evlâdı kabul etti. Ben de sık, sık uğrarım.
-Allah razı olsun Musa emmi. Sizler olmasanız ne yapardım bilmem.
Küçük eşim bir gün önceden sırt çantamı hazırladı. Götürmek istemiyordum. Küçük eşim tatlı, tatlı bakarak bana şöyle dedi.
-Kimbilir gelip gidişlerinde, belki parkın birinde küçük bir kıza rastlarsın. O zaman gerekli olacaktır. Bana kalırsa sırt çantanı yanına al.
Mutlulukla yüzüne gülüp:
-Tabi! Niye olmasın ki? Fakat, küçük bir kız daha bulursam bu kez bir parça güzelini seçmeye çalışacağım, dedim.
Tatlı, tatlı gülerek cevap verdi.
-Beni kıskandırmaya çalışıyorsun ama nafile dedi. Beni; onca çirkinliğime rağmen, hiç kimseyi tercih etmeyecek kadar çok sevdiğini biliyorum.
Ha! Sahi söyler misin? Benim gibi çirkin, kemik torbası bir kız da ne bulup da böylesine seviyorsun? Seni bir parça zevk sahibi zannederdim.
Tabi ki bu sözleri apaçık bir tahrikti.
Çığlık çığlığa yapılan kısa bir kovalamacadan sonra, zevk ve mutlulukla titreyen küçük, kemik torbası vücudunu yakalayıp, büyük bir haz duyarak, bağrıma bastım. Onu defalarca kokladım; öptüm, öptüm, öptüm.
Gerçekten de haklıydı. Bu minicik yaratığa karşı; hangi neden, beni böyle sevgiyle doldurup taşırıyordu?
Son gecemizde küçük eşim; karım olmanın getirip üzerine yüklediği görev ve sorumlulukların bilincinde olarak; derin ve güçlü sevgisinin bir gereği olarak, beni mutlu görmek istediği için; çocukça cilveler yaparak, henüz şehvetin çılgın, hazlı alevlerinin sıcaklığını vücudunda ve ruhunda duyamadan, göz süzmeler ve sahte kıvranmalarla kendini arzuyla dolup, taşıyormuş gibi göstermeye çalışarak, büyük bir özveriyle, kendini tatlı bir kurban edişle; kaba erkeklik duygularımı; küçük, nahif vücudunda tatmin etmem için elinden geleni yaptı.
Benim için hayvanca bir duygu olan şehvetin bile insanlaştığını, tek taraflı bir tatminin asla yetmeyeceğini, sahip olacağım kadının bedeniyle beraber ruhunu da sahip olmak, beraberce Allah’ın verdiği en büyük nimet olan helâl hazlar ve mutluluklar denizinde el ele, ruh ruha yüzmek istediğimi bilip, anlayamıyordu.
Artık yeterince beklediğim, bunun için de hazır olduğu kanaatindeydi. Kim bilir kaç zaman sonra tekrar bir araya geleceğimizi, kendini sahip olmazsam yeterince sevdiğimi göstermemiş olacağımı söyleyip, durdu. Kandıramayacağını anlayınca, küçük ellerini yumruk yapıp, sahte bir kızgınlıkla, gerçekte minnet ve şükranla dolu, dolu bakarak göğsüme vurdu. Ona ne kadar değer verdiğimi, onu ne kadar sevdiğimi, anlık bencil hazların benim için hiç bir zaman değerli olmadığını anlatmaya çalıştım. Onu binlerce defa sevgiyle öpüp, kokladım. Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, fakat mutlu ve huzurlu bir çocuk gibi, başı göğsüme dayalı öylece uyuyakaldı.
Nihayet ayrılma vakti geldi. Beni şehre kadar uğurlamayı düşünüyordu ama sonra vazgeçti.
-Gelmem; yol boyunca, kendimizi işkence edip, durmadan farksız olacak dedi. Sonra… Artık senden ayrılmayı alışmam gerek.
-Evet dedim, haklısın.
Artık havalar da bozmaya başlamıştı. Sık, sık yağmur yağıyordu. Arabayla şehre gidip, dönerken hasta olabilirdi.
Ayrılışımız; ikimiz içinde, gerçekten yiğitçe oldu. İçimizdeki korun ateşini belli etmemeyi çalıştık. Göz kapaklarımızı zorlayan gözyaşlarımızı içimize akıttık. Hatta bir parça birbirimize gülümsemeyi bile başarabildik.
Zayıf yanaklarına bir veda öpücüğü kondurup, helâlaştıktan sonra, bekleyen arabaya bindim. Son derece metin görünüyordu. Gözden kayboluncaya kadar birbirimize el salladık.
Çok garip duygular içindeydim. Geceyle gündüz, kışla yaz, sıcakla soğuk, acıyla tatlı, mutlulukla mutsuzluk gibi birbirine karşıt duygular bir araya gelmiş, içimde acayip bir harman oluşturmuşlardı. Küçük eşimden ayrılmanın acısı içimi yakıp dururken, eşime ve çocuklarıma kavuşacağımın sevinci de aynı anda yüreğimi kabartıyordu. Allak bullaktım.
Musa emmide bunun farkına varmış olmalı ki, yol boyunca pek fazla konuşmadı. Yolda da fazla oyalanmadık. Sadece Aktepe’ye vedalaşacak kadar kısa bir süre uğradık. Görebildiğim dostlarımla vedalaştım. Göremediklerimi de selâmlarımı bıraktım.
Saat onu biraz geçe şehre geldik. Musa emmiyle Ahmet ustanın dükkânına gittik. Günler artık iyice kısaldığından, Musa emmi dönmek zorundaydı. İhtiyar dostumla; uzun, uzun sarılarak vedalaştık. Gözyaşlarımızı güçlükle tutuyorduk. Musa emmiyi gönderdikten sonra, Ahmet ustalara bıraktığım hediye paketlerini alarak hiç oyalanmadan garaja gittim. Eşime telefon ederek en geç iki gün içinde nasip olursa evde olacağımı söyledim.
Bir gün önceden dönüşümü planlamaya çalışmıştım. Şehirde hiç oyalanmadan yola çıkacak, bir kaç otobüs değiştirerek akşam trenini bir yerlerde yakalamayı ümit ediyordum.
İçimdeki duygu harmanının içine bir de sabırsızlık eklenmişti. Bir an önce evime; güzel eşime, çocuklarıma kavuşmaktan başka bir şey düşünemez olmuştum.
Allah’ın yardımıyla trenin önünü kesip, yakalamaya muvaffak oldum. Buysa bana neredeyse yirmi dört saate yakın bir zaman kazandırdı.
Ballıca’dan ayrılışımdan bir gün sonra, yaptırdığım çiçek buketiyle birlikte kollarım hediye paketleriyle dopdolu, yüzüm bu paketlerin ardına gizlenmiş bir şekilde, evimin kapı zilini çalıyordum.
-BÖLÜM. 8-
DUYGULAR FIRTINASI
Güzel eşim beni böyle erken, yirmi dört saat önce karşısında görünce oldukça şaşırdı. Paketler ardına gizlenmiş yüzümü göremediğinden:
-Aaaa! Mustafa sen misin? Diye sordu.
-Evet güzelim! Benim dedim.
Öylesine şaşırmıştı ki, içeri almayı unutuvermişti.
-Seni… Seni diye kekeledi. Seni yarın sabah bekliyordum.
Gülerek:
-Erken gelişim planlarını bozduysa pekâlâ geri dönebilirim dedim. Erken geldim diye yoksa beni içeri almayacak mısın?
Şaşkınlıktan yaptığı büyük gafın farkına varıp:
-Aaaa! Özür dilerim. Öyle aptalım ki… Seni kapı da bekletip, çene yarıştırıyorum. Gel, gel! Gir içeri, deyip kapıyı ardına kadar açtı.
Kapıyı kapatarak ardım sıra koşup, ellerimdeki paketleri alarak gelişigüzel antrede bulunan masanın üzerine bıraktı. Onun için; hemen gelince, bir çiçekçi arkadaşa yaptırdığım buketi uzattım. Alarak derin, derin kokladı. Çiçekleri çok sevdiğini biliyordum. Bu güzel buketler onu sevinç ve mutluluktan öldürebilirdi. Ayların biriktirdiği özlemle dopdolu, önümde duran güzel kadına, eşime hayranlıkla bakakaldım. Yine öyle bakımlı, yine öyle güzel, yine öyle mis kokuluydu. O da benim gibi özlemle dolu doluydu.
Bir an göz göze geldik. Gözlerime inanılmaz bir bakış fırlattı. Duygularının taşmasını engel olamayarak; boynuma atılıp; sıkı, sıkı sarıldı.
Kadın ve gül kokan bu güzel mahlûkun yanında leş gibi ter kokuyor olabileceğimi hatırlayarak utandım. Güzel eşim ter kokusundan nefret ederdi.
-Müsaade etsen önce bir banyo alsam… Ne de olsa yoldan geliyorum. Leş gibi ter koktuğumdan eminim demek istedim. Fakat… Fakat öyle güzeldi ki… Bu gül ve kadın kokan mahlûka olan özlemimin tutuşturduğu arzum dayanılacak gibi değildi. Daha fazla sabredemedim. Ayrıca, engel olamadığı bir duygu taşkınlığıyla kollarıma atılışı, bütün içtenliğiyle boynuma sarılışı açık bir davet değil miydi?
Sanki bu davranışıyla:
-Hiç bir şey umurumda değil, doğrusu o kadar bekleyemem diye fısıldamıyor muydu?
Doğrusunu söylemem gerekirse bu güzel mahlûk için ölüyordum. Kollarımın biraz hoyratça vücuduna sarmasını engel olamadım.
İki saat kadar sonra odamdaydım. Elinde, üzerinde buharlar tüten bir çaydanlıkla demlik ve bardaklar bulunan tepsi olduğu halde içeri girdi. Mahcup ve utangaç bir bakış fırlattıktan sonra yanıma gelip, tepsiyi masanın üzerine koydu. Duyguları ifade etme önceliğinin erkeklerde olduğunu zannedip, özleminin taşkınlığını engel olamayışı, bir parça kadınlık gururunu kırmış gibiydi. Demlikten bardaklara çay doldururken; yavaşça yaklaşıp, ince belini kollarımla sardım. Neredeyse beş ayı bulan özlemim; öyle bir kaç saatte sönüp, soğuyacak gibi değildi.
-Rahat dur, çayı döktüreceksin diye mırıldandı. Fakat davetkâr bir gülüşle kıkırdamaktan da geri kalmadı.
Kuğu boynu gibi ak ve uzun boynunun omzuyla birleştiği nefis yere dudaklarımı bastırdım. Teni zevkle ürperip, vücudu titredi. Kadınca bir cilve ve naz kokan bir sesle:
-Fakat! Çay soğuyacak dedi.
Fakat ne çay, ne de başka bir şey umurumda değildi.
Titreyen vücudunu kucaklayarak ara sıra uzanıp, dinlendiğim divana götürdüm.
Bir zaman sonra doygun ve mutlu olarak başını kaldırdı. Yalancıktan bir hiddetle küçük elini yumruk yaparak göğsüme vurup:
-Çapkın dedi.
Bir iki çırpınıştan sonra, kollarımdan kurtularak kaçıp, gitti.
İki saat sonra yine odamdaydım. Misler gibi kokarak odama girdiğinde bu kez elleri boştu. Artık bir kaç teli aklaşmış uzun saçları siyah bir şelale gibi başından omuzlarına dökülüyor; duru, beyaz teninin daha da belirginleştirdiği kömür karası gözleri iki kor parçası gibi yuvalarında parlıyordu.
Misler gibi kokarak, henüz tam kurumamış; odanın aydınlığında ışılayan, nemli saçlarını hışırdatarak, üzerinde yarı yarıya çay doldurulmuş bir bardak bulunan tepsiye doğru eğildi. Ellerini demliğin, sonra da çaydanlığın üzerine bastırıp, yüzünü buruşturdu.
-Soğumuş! Şimdi tazeler gelirim diyerek tepsiyi alıp, dışarı çıktı.
Beş dakika sonra üzerinde demliği bulunan, buğular tüten bir çaydanlık ve iki bardak bulunan bir tepsiyle geri döndü. Artık bir tehlikenin olmadığını bildiğinden, mümkün olduğu kadar yanıma yanaşarak oturdu.
Doldurduğu bardaklardan birini uzatırken:
-Neredeyse beş aya yakın uzaklardasın. Başından harika olayların geçtiğini söylemiş, dönüşünde anlatacağını söz vermiştin. Hadi bakalım anlatmaya başla dedi.
Küçük ellerini yakalayıp, pembe avuçlarına öperek yüzüme bastırdım. Çok duygulandığımda sevgimi ifade eden bir hareketti bu.
-Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi? Diye sordum.
Tatlı, tatlı güldü.
-Sersem kafalı! Elbette beni sevdiğini biliyorum, dedi. Ben de seni seviyorum. Lafı dolandırıp durma.
Minik, pembe avuçlarını bir kez daha öptükten sonra:
-Şimdi sana anlatacaklarımı; lütfen, sözümü kesmeden, sonuna kadar dinle. Soru sorman gerekirse, bitirdiğimde sorabilirsin dedim.
Yüzü ciddileşti, güzel gözleri bir endişe bulutuyla gölgelendi.
-Galiba anlatacakların çok önemli dedi.
-Evet önemli, hem de tahmin edemeyeceğin kadar önemli. Bu yüzden beni can kulağıyla dinlemelisin. Ve mümkünse sözümü hiç kesme.
Biraz ilgi daha çok korkuyla:
-Peki dedi. Seni dinliyorum.
Büyük şehirdeki parktan başlayarak; bütün olan biteni, hiç bir şeyi eksiltip, artırmadan; olduğu gibi, büyük bir içtenlikle anlattım. Sözlerime:
-İşte şimdi yanındayım ve seni çok seviyorum diyerek bitirdim.
Güzel yüzünün kanı çekilip solmuş, bir yaz günü gibi parlak büyük ve derin gözlerine kara bulutlar kaplamıştı.
Bir an şaşkın ve inanmaz gözlerle yüzüme baktı.
-Yani sen... Yani sen şimdi... Şimdi sen uzaklarda küçük bir ortağım olduğunu mu söylüyorsun? Diye kekeledi.
Pembe avuçlarını tekrar öpüp, yüzüme sürdüm. Beni anlaması için yalvaran gözlerle baktım. Sonrada:
-Evet, inan bana; onu, sana tercih etmiş değilim. Sana olan duygularım hiç değişmedi diyebildim.
Derin bir hayal kırıklığının yarattığı şaşkınlıkla duyduklarını inanmaz gibi başını iki yana sallayarak:
-Fakat nasıl olur?... Nasıl olur?... Böyle bir şeyi nasıl yapabilirsin? Diye sordu. Fakat bunu bana değil de sanki kendine sorar; duyduklarına, gördüklerine inanamaz gibiydi.
Duyduğu, uğradığı hayal kırıklığı korkunçtu. Bu hayal kırıklığıyla tam bir yıkıma uğramıştı. Ellerinin, bütün vücudunun titrediğini görüyordum.
Birden, paniğe kapılmış gibi hiç bir şey söylemeden yerinden fırladı; kapıyı açıp, koşarak dışarı çıktı, tam karşımızdaki yatak odamıza girerek kapıyı üzerine kilitledi.
Dünyalar güzeli eşimin tam bir yıkımına neden olmuştum. İçim acıyla kavruluyordu. Onun bu tepkisini anlıyordum. Hangi kadın; sevdiği erkeğin bir seyahat dönüşü, başka bir kadınla evlendiğini duymak isterdi?
Zaman geçtikçe; içindeki kasırga bir parça dinince, o eşsiz mantığıyla, sağduyusuyla beni anlamasını umuyordum. Bunun, onun için ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Fakat o; son derece akıllı, sağduyulu, anlayışlı ve fedakâr bir kadındı. Her zaman beni yeterince anlamayı başarmıştı. Yine beni anlayacağını, çok uzaklardaki küçük kızın yazgım olduğunu, kaderimden kaçmamın mümkün olmadığını fark edeceğini ümit ediyordum. Bunun içinde sadece ona biraz zaman lazımdı.
İkindi vaktine kadar; sıkıntı içinde, okuma odasında dolaşıp, durdum. İkindi olunca aptes almak için aşağıya, banyoya indim. Tekrar okuma odasına geri döndüğümde, bir kaç saat önce el ele mutluluklar ve hazlar dünyasına uçup gittiğimiz divanın düzgün bir yatak haline getirildiğini gördüm. Güzel eşim, beni yanında görmek istemiyordu. Bu tepkisini anlıyordum ama, yine de içimdeki acının bir kat daha artmasına neden oldu.
Bir müddet sıkıntı ve acı içinde dolanıp durduktan sonra, konuşmak için yatak odamıza giderek kapıyı tıklattım. İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu. Cevabı sert ve kesin oldu.
Bana:
-Seni görmek istemiyorum diye bağırdı.
-Lütfen dedim. Lütfen sadece konuşalım. O küçük kızın kaderim olduğunu anlamalısın.
-Hayır, hayır. Beni rahat bırak.
Tekrar okuma odasına döndüm. Oldukça sıkıntılı geçen saatler sonra; eşimin, yatak odamızdan çıkarak, aşağı indiğini ayrımsadım.
Bu güzel ve fedakâr kadın; büyük acısına ve yıkımına rağmen, bir anne olduğunu unutmamıştı. Gelmesi yakınlaşmış olan evlâtlarımızın yemeklerini hazırlamak için mutfağa iniyordu.
Her dönüşümde olduğu gibi, oğullarım beni candan karşıladılar. Akşam namazından sonra; yemek, yemek üzere mutfakta toplandık.
Dönüşlerim ailemiz içinde bir bayram havası yaratır, bu yüzden de yemeklerimiz gayet neşeli ve mutlu geçerdi. Fakat bu kez ki yemeğimiz hiçte öyle değildi. Güzel eşim beni görmezlikten geliyor, boşalan tabağıma yemek koyma dışında, benimle ilgilenmiyordu. Mutfakta buz gibi bir hava esmeye başlamıştı. Oğullarım farkına varmakta gecikmediler. Birbirlerine soru sorarmış gibi baktılar; fakat ne bana, ne de annelerine bir şey sormadılar. Bu soğuk havayı aramızdaki özel bir nedenin sebep olduğunu anlamışlardı. Ellerinden geldiğince, bu buz gibi havayı ısıtmaya çalıştılar ama nafileydi. Acım ve sıkıntım gitgide artıyordu. Biraz oturduktan sonra; yorgun olduğumu bahane ederek, okuma odasına çıktım.
Gerçekten yorgundum, hatta bir parça da başım ağrıyordu. Yatsı namazı vaktine kadar dolaşıp, durdum. Vaktin geçmesine yardımı olsun diye kütüphanemden bir kitap alıp, okumaya çalıştım ama başaramadım. Bir türlü kendimi toparlayıp, zihnimi kitaba veremiyordum.
Yatsı namazımı kıldıktan sonra; uyumak ümidiyle, güzel eşimin benim için hazırladığı yatağa yattımsa da bir türlü uyku tutmadı, yatakta dönüp, durdum.
İçimdeki sıkıntıyı tahammül edemeyince, yatağımdan fırlayıp kalkıyor, kütüphanemdeki kitaplara saldırıyor, fakat okumayı da başaramayınca, dolanıp duruyordum. Gece boyunca bu defalarca tekrarlanıp, durdu.
Sabah namazından sonra büyük oğlum kahvaltının hazır olduğunu bildirmek üzere yanıma çıktı.
-Baba, hadi gel! Kahvaltı hazır derken gözleri divana hazırlanmış yataktaydı. Oğullarım böylece, anneleriyle olan sorunumun çok derin olduğunu anlamakta gecikmediler. Fakat aldıkları terbiye icabı, aramıza girmelerinin mümkün olmadığını biliyorlardı. Güzel eşimle bu büyük sorunu aramızda çözmek zorundaydık.
Kahvaltının havası, akşam yemeğinin havasından farklı değildi. Sanki kutuplardan esen soğuk bir rüzgâr bütün evi doldurmuş, yüreklerimizi ürpertiyordu.
Oğullarım şirkete doğru yola çıktıklarında, okuma odasındaydım. Yine sıkıntılar içinde, kafese kapatılmış bir çakal gibi; sağa, sola dolanıp, duruyordum. Güzel eşim mutfakta olmalıydı. Aradan bir gece geçmiş, belki de içindeki kasırganın gücü azalmıştı. Konuşabilmek umuduyla yanına gelip, elini tutmaya çalıştım.
Israrla gözlerini kaçırıyor, konuşmak istemediğini söylüyordu. Konuşmamız gerektiğinde ısrar edip, duruyordum. Etrafında dolanıp duruyor, eteğinin dibinden ayrılmıyordum. Bu ısrarlarımdan bir ara öyle bunaldı ki; çareyi yatak odasına kaçarak, üzerine kilitlemekte buldu. Yatak odasının önüne gelerek yalvarışlarımı sürdürdüm.
Önce, bir kaç kelimeyle de olsa çağrılarıma, konuşmalarıma karşılık veriyordu. Fakat sonra cevap vermez oldu. Adeta kapıyla konuşur, kapıyı yalvarır duruma düşüverdim. Ümidimi kesince, tekrar okuma odasına geçiyordum.
Ayrıldığımı fark edince yatak odasından çıkıyor, günlük işlerini görmeye başlıyordu. Ben de hemen peşinden koşuyor; etrafında dolanıp duruyor, konuşmaya çabalıyordum. Fakat ne yaparsam yapayım; konuşmaktan, hatta göz göze gelmekten bile kaçıyordu. Adeta beni evde yok kabul etmeye başlamıştı. Görsün görmesin, benimle ilgilenmiyordu. Sanki hayatından silip, atmış gibiydi.
Bağırsın, çağırsın, kırsın, yıksın hatta hakaretler yağdırsın, her şeye; her şey razıydım. Fakat… Fakat beni yok saymasını, hayatından silmiş gibi davranmasını dayanamıyordum.
Etrafında dolanıp durmam, ona yalvarmam bir hafta sürdü. Ne yaparsam yapayım; güzel gözlerindeki bulutları dağıtamıyor, artık iyice süzülmüş yüzünde bir gülücük gülünün açmasını sağlayamıyordum. Artık ümidimi de yitirmek üzereydim.
Her geçen gün konuşma taleplerimi, yalvarmalarımı kesin bir retle tekrar, tekrar reddedince, artık onu tamamen kaybettiğimi de inanmaya başlamıştım.
Ümidimin gitgide azalışı, sonunda tamamen tükenmesi, son derece hassas olan iç dünyamı allak bullak etti. Sıkıntılarımın, acılarımın yerine; korkunç bir boşluk hissi gelip, yerleşiverdi. Sanki bütün duyularım yok olmuştu. Sanki bu dünyada yaşamıyordum. Sanki bütün evrenle olan bağlarım keskin bir bıçakla kesilip, atılıvermişti.
Ümidini kaybetmenin kasırgası iç dünyamı alt üst ettikten sonra birden duruvermiş, yıkıntılarımla beni baş başa bırakmış gibiydi.
Fakat şöyle veya böyle hayatımı doldurmak zorundaydım. Ümidimi tamamen yitirince, güzel eşimin etrafında dolanıp, durmaktan da vazgeçmiştim. Artık yatak odam olmuş olan okuma odasına kapanmış, aptes almak için bir kat aşağıya inmem dışında, pek dışarıya çıkmıyordum. Bu nadir dışarı çıkışlarımda, ara sıra güzel eşimle; merdivende, banyoda, ya da mutfağın kapısında karşılaşıyor, minik bir ümit ışığı aradığım gözlerini kaçırıyor, görmezlikten geliyor, beni hayatından silip atmış görünüyordu. Bu ise belki de tahammül edemeyeceğim tek şeydi.
Getirdiğim hediye paketleri geldiğim gün nasıl masanın üzerine bırakılmışsa, aynen öyle duruyordu. Çiçek buketi kurumuştu. Bütün getirdiklerimi dokunulmaya bile gerek duyulmamıştı.
Bir şekilde hayatımı doldurabilmek; artık bütün ağırlığıyla sırtıma binen zamanın akışını sağlamak için, kütüphanemdeki kitapları tek, tek alıyor, anlamsız bakışlarla bir kaç sayfa okumaya çalışıyor, sonra hemen tahammül edilmez bir sıkıntıyla bıkıveriyor, yerine başka bir kitap alıyordum.
Bazen gözlerim bir noktaya takılı kalıyor, kucağımda kitap; aradan saatler geçmesine rağmen, bir tek sayfası bile açılmadan öylece duruyordu.
Artık yemek için mutfağa inmez olmuştum. Oğullarımdan birisi; bazen, bir tepsi içinde yemek ya da çay getiriyor; gitmeden önce getirdiği şeyi söyleyip, soğutmadan yememi, ya da içmemi tembihliyor, fakat genelde o gittikten sonra unutuyor, içindeki buz gibi olmuş, hiç dokunulmamış tepsiyi endişeyle yüzüme bakarak gerisi geriye götürüyordu. Bir nevi melankolik olup, çıkmıştım.
Kılık kıyafetime titizlikle özen gösterdiğim halde, artık onu da ihmal etmeye başlamıştım. İyice çökmüş, sakalım bir karış uzamış odamda oturuyor, sadece aptes almak için dışarı çıkıyordum.
Zannederim o günler beni Dünyaya bağlayan tek şey, her ne olursa olsun unutmadığım namazlarımdı. Namazlarım, içinde huzur bulduğum tek sığınağım gibiydi.
Bunu fark edince, namazlarımı uzatabildiği kadar uzatmaya başlamıştım. Fakat ne yaparsam yapayım; yine de içimdeki o korkunç boşluk duygusunun ağırlığını kaldıramıyor, hayatımı doldurmayı başaramıyordum.
Sonra, doğayı ne kadar sevdiğim aklıma geldi. Havalar artık soğumaya başlamış; sık, sık yağmur yağıyordu. Ama ne fark ederdi ki? İçimdeki o amansız yangını bir parça söndürüp, bir parça soğutacak, bir parça unutturacaksa; ıslanıp, üşümeye çoktan razıydım.
Yüreğimde kanayıp duran yaranın merhemini doğada aramaya karar verince, sabah namazlarından sonra çıkıp, gitmeye başladım.
Odamda oturup durduğumu o kadar alışmışlardı ki, zannederim dışarıya çıktığımı ancak bir kaç gün sonra fark edebildiler.
Yağmura, rüzgâra, soğuğa aldırmadan; ayaklarımı sürüyerek, hayatım sırtımda ağır bir yük; isteksiz ve mecalsiz dolana dolana yükselen dağ yolunda yürüyor, sarp patikaları tırmanıyor, ormana geliyordum.
Bir zamanlar içimi hazlarla doldurup ürperten, beni mutlu hayaller dünyasına götüren, belki yüzlerce defa seyrettiğim, içinde gezindiğim; gözlerim yaşararak içime sindirmeye çalıştığım o güzelim manzaraların, bütün özellik ve güzelliğiyle önümde uzanan bu doğa parçasının artık beni etkilemediğini, eski hazzı vermediğini ayrımsıyordum.
Buraları sanki bana yabancıydı. Sanki ben buralara yabancıydım. Bu yüzden bazen çabucak sıkılıyor, gerisi geriye dönüyor, kendimi yatak odama kapatıyordum.
Bazen de bu gezilerim normalden çok uzun sürüyordu. İçimi hazla dolduracak, beni mutluluk diyarlarına alıp götürecek, hayaller dünyasına uçuracak bir yer arıyor; saatler boyu ormanın içinde, kayalıklarda dolanıp, duruyordum.
Daha doğru bir ifadeyle tereddütlü, kararsız arayışlar içindeydim. Aradığımı bulamadığım gibi ne aradığımı da bilmiyordum. Kişiliğim paramparça olmuş, olayların tozu dumanı içinde kaybolmuş, onları yitirmiştim de, belki de yitirdiklerimi arıyordum.
Aradığım, belki kendimde yitirdiğim kendimdi. Belki de aradığım, gerçekte bulamadığım fakat buldum zannettiğim kendimi bir parça kaybetmek, artık sırtımda kaldıramadığım bir yük olarak duran gerçekleri bir parça olsun unutmak, ciğerlerime dolan havanın serinliğini bir nebze hissetmekti. Eski günlerde duyduğum huzurun minicik bir parçasına öylesine ihtiyacım vardı ki...
Zaman kavramını da artık iyice unutmaya başlamıştım. Orman içinde; sağda, solda dolanıp dururken, bir de bakıyordum ki akşam olmuş. Dönüşüm oldukça zaman aldığı için de; genelde oğullarımı beni aramaya çıkmış, ya da kapıda endişeyle bekler buluyordum.
Eve dönüşümün on sekizinci günü; hafif, hafif karla karışık bir yağmurun yağdığı, insanın ciğerlerine kadar işleyen, ilikleri donduran, rutubetli ve soğuk bir rüzgârın estiği bir gün; içime sıkan cenderenin baskısından bir parça kurtulup, bir parça nefes alabilmek ümidiyle, yine dağ yoluna; çamura, yağan yağmura, buz gibi esen rüzgâra aldırmadan ayaklarımı sürüyerek tırmanmış; saatler boyu orada, burada dolanıp, durmuştum. Son zamanlarda sık, sık başıma geldiği gibi yine zaman kavramını yitirmiş; ne zamandır yeterince beslenemeyen, gücünü kaybetmiş vücudumun ne kadar yorulduğunu, ne kadar üşüdüğünü, ne kadar ıslandığını farkına varamadan; saatler boyu dolaşıp, durmuştum.
Havanın karardığını ayrımsayınca eve dönmeye çalıştım. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı vücudum adeta uyuşmuştu. Güçlükle ilerlemeye çalışıyordum. Bu ara karla karışık yağmur ve rüzgâr da şiddetlenmişti.
Rüzgâr, karla karışık sepken yağmuru bir kamçı gibi yüzüme vuruyor, yürümemi engelliyordu. Günler boyu ihmal ettiğim, yeterince beslemediğim, büyük bir sorumsuzlukla korumadığım vücudum isyan etmekte gecikmedi.
Dolana, dolana aşağıya inen yolun başına geldiğimde artık bütün gücüm tükenmiş; adalelerim, beynimin verdiği emirleri uygulayamaz olmuştu.
Yağan yağmurdan, iliklerime işleyen soğuk rüzgârdan bir parça korunabilmek, bir parça toparlanabilmek için sığınacak bir yer aradım. Nihayet orada bulunan iri bir çam ağacının gövdesindeki bir kovuğa sığındım.
Vücudum sıtmalı gibi zangır, zangır titriyor; her geçen saniye güçlenmek yerine, engellenemez bir uyuşukluk, krampa benzeyen kasıntılar her yanımı sarıyordu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sığındığım kovuğun içinde; bütün gücümle kendimi toparlamaya çalışıp, titreyip dururken; rüzgârın uğultusu ve yağmurun şakırtısı arasında genç ve gür bir sesin:
-Babaaaa! Babaaaaa! Diye bağırdığını, beni aradığını duydum.
-Buradayım, buradayım diye bağırmaya çalıştımsa da cılız sesim rüzgarın uğultusu arasında yitip, gitti. Vücudum artık tahammül sınırına gelip, dayanmıştı. Gözlerim kararıyordu. Kendimi kaybetmek üzereyken, az önce duyduğum genç ve gür sesin:
-Yusuuuf! Yusuuuuf! Burada, burada. Buldum diye bağırdığını güçlükle fark ettim.
İki çift güçlü el bulunduğum kovuktan beni çıkardı. Omuzlayıp, sürükleyerek götürdüler. Bir araba içine sokulurken kendimi kaybettim.
Kendime geldiğimde, kendimi yatak odam olan okuma odasındaki yatakta yatıyor buldum. Üzerim değiştirilip kuru giysiler giydirilmiş, odamdaki soba da harlatılmıştı. İnanılmaz bir bitkinlik bütün vücudumu sarmıştı. Kollarımı kaldırıp, dudaklarımı kımıldatacak gücü kendim de bulamıyordum.
Etrafıma sarmış aile efradımın içinde gözlerim birini arayıp, buldu. Güzel eşimin güzel yüzü mum gibi sararmış, uçuk yeşil bir renk almıştı. Bana bakarak gülümsemesini, güzel yüzünün bir parçacık aydınlanmasını bekledim. Ama hayır. Kaç günden beri gözlerinin ufkuna yerleşmiş kara bulutlar dağılmamıştı. Bir tebessümüne öylesine ihtiyacım vardı ki. Tebessümünün sıcaklığı hâlâ zangır, zangır titreyen vücudumu sarıp, ısıtacak, bana hayat verecekti. Fakat hayır, güzel eşim bir tebessümü bile benden esirgiyordu. Bir gülüşünü bile esirgeyecek kadar benden uzaklaşmıştı. Hayatından beni çıkarıp, atmıştı.
Vücuduma yaptığım bilinçsiz işkencenin cezasını çok ağır bir şekilde ödemeye başladım. Adeta bir fırına sokulmuş gibi; bütün vücudum alev, alev yanmaya başlamıştı. Ruhumun derinliklerindeki bir yerlerde donuyordu. Hem yanıp, hem donmak birbirinin etkisini artırıyor, vücudum bitip tükenmez depremlerle sarsılıyor, benliğimde bir şeylerim yıkılıyordu.
Günlerden beri; soğuğa, yağmura aldırmayıp ıslanan, üşüyen vücudum; bu ihmalimi, bana çok pahalı ödetmeye kararlı gibiydi. Ateşim öylesine yüksekti ki kendimi sık, sık kaybediyordum. Bu aralar bir elin ateşimi düşürmek için alnıma ıslak bezler koyduğunu fark ediyordum ama kimin eli olduğunu ayrımsamıyordum.
Bu ateşli kendimi kaybedişlerde, bir başka dünyaya geçer gibiydim. Karabasanlarla, kâbuslarla dolu acayip ve korkunç bir dünya... Gördüğüm kâbusun etkisiyle titreyip; bas, bas bağırırken, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde bazen küçük eşim, bazen güzel eşim karşıma çıkıveriyordu. Sevinç ve mutlulukla dolup, taşarak ellerimi uzatırken; geldikleri gibi, yine ansızın sis perdeleri arasında yitip, gidiyorlardı.
Gitmemeleri, beni terk etmemeleri için bağırıyor, yalvarıyor, arkalarından koşmaya çabalıyordum.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara gerçek Dünyaya döndüğümde, çocuklarım ve güzel eşimle beraber karşımda doktor Feridun beyi gördüm. Yuvarlak, tombul, babacan yüzü endişeliydi. Ateşim yükselince çağırtmış olmalılardı. Büyük bir ciddiyetle ciğerlerimi dinliyordu.
Bazı olumsuz şeyler bulmuş olmalı ki; anlamlı anlamlı başını sallayıp, haberim olmadan koyduğu termometreyi koltuklarım arasından alarak baktı. Üzerindeki rakamı bakınca yüzü biraz daha ciddileşti. Endişeyle bekleşenlerin içinde büyük oğluma dönerek:
-Zatürree başlangıcı dedi. Ayrıca, çok büyük bir ruhi depresyon geçiriyor.
Sonra bana dönerek, o babacan yüzünü mümkün olduğu kadar ciddileştirip:
-Azizim! Adeta yaşamak istemiyor gibisin dedi. İntiharı düşünüyorsan bunun daha kısa ve daha acısız yolları vardır. Tercih ettiğinse en acılı, en uzun fakat en kesin yoludur. Ben seni aklı başında bir insan olarak bilirdim ama yanıldığımı görüyorum. Kendini acımıyorsan, bari şu endişeden neredeyse ölecek evlâtlarına, güzel hanımına acı.
Yüzümü utançla yana çevirip, bir şeyler söylemeye çalıştım ama beni dinlemedi.
Reçeteyi yazıp büyük oğluma verdikten sonra, çok iyi bakılmam gerektiğini söyleyip, yanımdan ayrıldı.
İğneler, şuruplar, haplar... Güzel eşim yanımdan hiç ayrılmıyor, gece gündüz yanı başıma yerleştirdiği sandalyenin üzerinde yaşıyordu. Bazen onu; başı hafifçe yana kaymış, kendinden geçmiş vaziyette görüyordum. Fakat anlayamadığım bir şekilde kendime geldiğimi, ona baktığımı fark ediyor, gözlerini hemen açıyordu.
Güzel yüzü süzülmüş, kara gözlerine kan oturmuştu. Bu sevgili güzel kadının benim için acı ve sıkıntı çekmesini istemiyordum.
Kendimi biraz iyi hissettiğim bir an, elimi uzatarak elini tuttum. Hasta bir insanın böyle bir isteğini reddetmeyecek kadar iyi bir insan olduğunu biliyordum. Tahmin ettiğim gibi elini kaçırmadı, tutmama izin verdi. Kapkara bulutların bir türlü dağılmadığı, uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle kızarmış, bir parça feri kaybolmuş gözleriyle, duygusuz bir şekilde yüzüme baktı.
-Lütfen dedim. Lütfen, benimle konuş.
Sesi zayıf, fakat bir bıçak gibi keskindi.
-Artık konuşacağımız bir şeyin kaldığını zannetmiyorum.
Güzel ellerini bir parça daha sıkarak:
-Lütfen dedim. Bağır, çağır, kır, yık, istersen hakaret et. Fakat lütfen... Lütfen konuş. Beni yok kabul ediyorsun. Buna tahammül edemiyorum.
Gözlerini ısrarla gözlerimden kaçırarak:
-Bunu daha önce düşünseydin. Artık her şey bitti dedi.
Bu sözleri içimdeki son ümit kırıntılarını öldürüp, attı. Artık her şey, her şey bitmiş gibiydi.
-Her şey bittiyse, beni hayatından çıkarıp attıysan, lütfen başımda bekleme dedim. Şu haline bak. Saçların karışmış, güzel gözlerine kan oturmuş. Biraz kendinle ilgilenmek hakkın. Güzelce uyu, saçlarını tara, istersen bir parçada makyaj yap. Kim bilir ne zamandan beri; burada, başımda oturup, duruyorsun. Benim için acı ve sıkıntı çekmeni istemiyorum.
Yüzüme bakmaya gerek görmeden:
-Bunu yapamayacağımı biliyorsun dedi. Hâlâ kocamsın. Sana bakmak benim görevim. Bunun için Allah’ın huzurunda söz verdim.
Bu sözler bende bazı anıların canlanmasına neden oldu. Gülümsemeye çalışarak:
-Hatırlıyor musun? Dedim. Yıllar önceydi. Yeni evlenmiştik. Henüz çocuklarımız olmamıştı. Gece gündüz çalışıyordum, çok yoruluyordum ama yine de seninle yürüyüşler yapmak için fırsat bulmaya çabalardım. Seninle beraber el ele yürümeyi öyle severdim ki bunu uyuyup, dinlenmeye tercih ederdim.
Bir gün; yine böyle bir yürüyüş sonunda evimize dönerken, küçük bir kedi yavrusu bulmuştuk... Hatırlıyor musun? Pamuk gibi ak, minicik bir kedi yavrusuydu. Zannederim bir kaç günlüktü. Ciğerlerinin bütün gücüyle miyavlayıp duruyordu. Zalim birisi çiğneyip, geçmişti. Ölmemişti ama arka ayaklarını kaldıramıyordu.
O kedi yavrusunu nasıl merhametle alıp, gözyaşlarıyla kucakladığını; incitmemeye gayret ederek nasıl itinayla eve getirdiğini, daha dün gibi bütün canlılığıyla hatırlıyorum. O kedi yavrusunu kendi yavrunmuş gibi; merhametle, insanüstü bir sevgiyle bakmaya çalışmıştın...
Hatırlıyor musun? Kırık ayaklarını tedavi ettirmek için veterinere koşturmuştuk, onu kurtarmaya çalışmıştık…..
O andaki durumumuzu bütün canlılığıyla tekrar yaşıyor gibiydim. Hayalimde yaşattığım, güçlü bir merhametle bulanıp nemlenmiş o kara gözlerdeki, o güzel yüzdeki derin ifadeye, o ifade de şekillenen merhamete gözlerim takılı kalmış gibiydi. O gözlerde ve yüzde ifade bulan merhamet öylesine güzel, öylesine insancıldı ki o gözlerin ve yüzün sahibine ilahi bir nurlu güzellik katıyordu.
Kıkır, kıkır gülerek devam ettim. Fakat bu gülüş bir sevinçten çok; derin, karmaşık, güçlü ve keskin duyguları ifade ediyordu.
-Yavru kedi öyle küçüktü ki, kendi kendine beslenemiyordu. Zavallının gözleri dahi açılmamıştı. Önce onu veterinere götürmüştük. Fakat durumu ümitsizdi. Fakat sen bunu kabullenemiyordun. Onu yaşatabileceğini zannediyordun.
Eczaneye koşarak o yavru kedi için biberon alıp, gelmiştin. Bir bebeği, bir insan yavrusunu besler gibi süt verip, karnını doyurmaya, onu yaşatmaya çalışmıştın. Bu günler boyu sürmüştü. Yavrusu hasta bir anne gibi başında sabırla beklemiştin. Ama bütün gayretlerimiz boşa gitmiş, o yavru kediciği yaşatmaya başaramamıştık. Ölünce nasıl da ağlamıştın?
Ne kadar iyi kalpli, merhametli bir insan olduğunu o zaman anlamıştım. Gönlümü bir kez daha fethetmiştin. Sana olan sevgim, sana olan tutkum bir kat daha artmıştı.
Gülümsemeye çalışarak:
-Evet dedi. O minik kediyi ben de hatırlıyorum.
Ellerini tekrar sıkarak:
-Biliyor musun? Diye sordum. Kendimi o yavru kedi gibi hissediyorum. Yalnız ve çaresiz. Senden gelen her şeyi kabul ederim. Ama... Lütfen anla beni... Lütfen... Bunun benim için ne kadar önemli olduğunu bilemezsin. Beni yolda bulduğun, yardıma muhtaç bir kedi yavrusu gibi davranmanı, sadece merhametle yaklaşmanı, beni acımanı istemiyorum. İstemiyorum… Bu merhametin ne kadar güçlü ve samimi olsa da, hatta biraz sevgi karışsa da bana yetmez...
Anlıyor musun? Ben gönül dolusu sevilmeyi alışkınım. Daha azıyla yetinemem… Lütfen… Lütfen, gerçekten bana yardım etmek istiyorsan benimle konuş. En azından bunu dene. Lütfen ... Sana yalvarıyorum.
Buz gibi gözleriyle bakarak, olumsuz mana da başını salladı.
-Anlamıyor musun? Artık her şey bitti. Neyi konuşacağız? Konuşacak ortak bir şeyimiz kalmadı ki.
Avuçlarımdaki ellerini biraz daha sıkarak:
-Lütfen lütfen dedim. Duygusallığım yüzünden pek çok aptalca, ahmakça işler yaptığımı biliyorum. Her zaman bana yardımcı oldun. Hatalarımı, yanlışlarımı gösterdin. Sen çok akıllı bir kadınsın.
Çok acıtacak bir yerine dokunmuşum gibi irkilerek bir an yüzüme, gözlerimin içine baktı. Bu bakışlarda aldatılmış zannetmenin getirdiği derin bir hayal kırıklığı ve bu hayal kırıklığının bir ezikliğe benzeyen ağır ıstırabı vardı. Kendini aldattığımı, kandırdığımı zannediyordu. Muhakkak ki insanlara en acı veren şey, kendilerini enayi yerine konulmuş, aldatılmış hissetmeleri, kendilerini öyle görmeleridir.
Gözlerini ayırırken bir yandan isyan edermiş gibi acı, acı gülerek:
-Akıllı ha... Demek akıllı bir kadınım diye bağırdı. Bir erkeği güvenecek kadar akıllı.
Kendimi hiç bu kadar aptal ve sersem hissetmemiştim. Bana ihanet ettin, beni aldattın.
-Lütfen! Lütfen! Diye yalvardım. Bir yerlerde hata, hem de affedilmeyecek kadar büyük bir hata yaptığımı anlıyorum ama ne olduğunu bilemiyorum. Gerçekte aptal ve sersem ben olmalıyım. Gerçekten anlayamıyorum. Sadece duygusal, aptal, sersem kafalı biri olduğumu biliyorum. Senin gibi bir kadını kıracak, kaybedecek kadar geri zekâlı, aptal ve zavallı birisi... Lütfen... Lütfen… Yalvarıyorum. Nerede hata yaptığımı söyle bana?
Gözlerinde şimşekler çaktı.
-Bana ihanet ettin, beni kandırdın. Bu yetmez mi?
-Anlayamıyorum.... Beni bağışla… Gerçekten anlayamıyorum. Bütün olan biteni; her şeyi, ama her şeyi; bütün içtenliğimle, hiç bir şey saklamadan, hiç bir şeyi örtbas etmeden olduğu gibi anlattım. Her şeyi doğru olduğunu inandığım için yaptım. Dürüst olmaya çalıştım. Sana kesinlikle yalan söylemedim. Dürüst kalarak, yalan söylemeden, daha önemlisi doğru yaptığımı inanarak seni nasıl aldattığımı, nasıl ihanet ettiğimi gerçekten anlayamıyorum.
Başını isyan eder gibi, acıyla sallayarak:
-Keşke bu kadar dürüst olmasaydın? Keşke bir parça yalan söylemeyi becerebilseydin? Keşke bütün olanları bana anlatmasaydın? Neden anlattın sanki. Nasılsa her sene bir kaç aylığına çıkıp, gidiyordun. Küçük sevgilinin yanına gider, onunla güzel bir tatil geçirirdin, benim de ruhum duymazdı. Böylece acı da çekmezdim dedi.
Bütün içtenliğimle pembe avuçlarını öperek:
-Anlayamıyorum. Lütfen… O zaman gerçekten sana ihanet etmiş, seni gerçekten aldatmış olmayacak mıydım? Sana nasıl yalan söyleyebilirdim? Yalan söylerken kolaylıkla nasıl yakalandığımı biliyorsun. Yalanımı anlamayacak mıydın? Ne değişecekti söyler misin lütfen? Seni kandırdığımı varsaysam bile; vicdanımı, kendimi nasıl kandıracaktım? Bütün bunlar inançlarımı, hayat felsefemi ters olmayacak mıydı? Kendi kendimi yadsımayacak mıydım? Kendimi nasıl kandıracağımı, kendime nasıl yalan söyleyeceğimi de söyler misin lütfen? Dedim.
Gözlerinde şimşekler çaktı. İsyan ederek:
-Konuyu saptırdığının farkında mısın? Diye bağırdı. Şöyle veya böyle beş aya yakın evden uzak kalıyorsun, döndüğünde küçük bir ortağımın olduğunu söylüyorsun. Bu ihanet değilse, bu aldatma değilse; ihanet nedir, aldatma nedir söyler misin? Oysa ben sana ne kadar güvenmiştim, sana nasıl inanmıştım.
Bitkin bir halde kendimi bırakarak:
-Haklısın, dedim. Hem de yerden göğe kadar haklısın. Seni çok kırdım, belki de bu yüzden seni kaybedeceğim. Fakat yine de anlamaktan aciz kalıyorum. Bir yerlerde yanlış davranmış olmam gerek. Evet, biliyorum, bir yerlerde yanlış davrandım. Çok büyük bir hata işledim. Ama nerede? Nerede yanlış davrandığımı, nerede hata yaptığımı bilmiyorum... Bilemiyorum… Her şeyi doğru yaptığımı zannediyordum.
-Bunu sen bilemezsen ben nereden bileceğim? Zaten sebebi de önemli değil. Bildiğim tek şey var. Sen bana ihanet ettin, sana olan güvenimi kötüye kullandın.
Bir an dalıp gittim. Olan biten; acı, tatlı her şey gözlerimin önünde canlanmaya başladı. Derin bir iç geçirerek kendi kendime şunları mırıldandım.
-O sana anlattığım büyük şehre geleli on gün olmuştu. Şehir öyle büyük ve öyle güzeldi ki… On gün dolaşmama rağmen; bitecek, doyulacak gibi değildi. Daha sonra tekrar gelmek üzere, ayrılmaya karar verdim. Zaten doğa beni çağırıyordu, onu özlemiştim.
İstasyona giderken ezan okunmaya başladı. Vaktim müsaitti. Namazımı kıldıktan sonra, tekrar istasyona doğru hızlı, hızlı yürümeye başladım. Birdenbire ayakkabılarımdan birinin bağcığı kopuverdi. Diğer tekininde bağcığı kopmak üzereydi. Bu yüzden bir çift ayakkabı bağcığı almak üzere hemen, yakınımdaki çarşıya uğramak zorunda kaldım. Satın alıp, değiştirmem uzun sürmedi. Hızlı, hızlı istasyona geldim ama tren bir dakika önce kalkmıştı. Biliyor musun? Yalnız bir dakika... Kopan bir ayakkabı bağcığı treni kaçırmama neden olmuştu.
Düşünüyorum da, insanın yazgısını elinde tutan Hikmet Sahibi, ne kadar basit sebeplerle kaderleri çiziveriyor. Kopan bir ayakkabı bağı ve sadece bir dakika önce kalkan tren... Şüphesiz ki ayakkabı bağım kopmasaydı geç kalmayacaktım. Geç kalmayınca trene binip, gidecektim. Gidince de o küçük kızı tanımayacaktım.
Parka geldiğinde karga sürüsünün içine tesadüfen ka- rışmış şaşkın, küçük bir serçe gibiydi. O şamatacı oğlan çocukları içinde, kaba saba elbiselerle kendini gizlemeye çalışan küçük bir kızın ne işi olabilirdi? Bilmiyorum. Bunu ona sormadım. Sormak aklıma gelmedi. Sonra o karga sürüsü uçup, gitti. Küçük serçeyse orada, tahta sıranın üzerinde tüneyip kaldı. Gidecek, uçacak yeri yok gibiydi. Sonra… Bilemediğim bir nedenle yanıma geldi. Tiryakisi olmadığı halde benden sigara istedi. Tiryakisi değildi, çünkü onu o günden sonra hiç sigara içerken görmedim.
Niçin yanıma gelmişti? Zannederim artık kırlaşmaya başlayan saçlarımla beni güvenilir bulmuş olmalıydı.
Biliyor musun? Onu önce; on üç, on dört yaşlarında bir erkek çocuk zannettim. Fakat incecik sesi gerçek kimliğini ele veriyordu. O kadar zayıf ve çelimsizdi ki. Sanki kıtlıktan çıkmış gibiydi.
Onun için sigara aldıktan sonra, iki tane de sandviç yaptırdım. Gerçekte karnım aç değildi. Onun aç olabileceğini düşünmüştüm. Bu tahminimde yanılmamıştım.
Bir serçenin güçlükle doyacağı kadar minik bir parçayı, onu da güçlükle yedikten sonra kalanlarını kedilere ikram etti. Sonra sohbet etmeye başladık. Sohbet ederken eroin tutkunu olduğunu öğrendim. Eroin almak için gece, saat iki civarlarında bir satıcının evine gitmek zorundaydı. Eroin periyodunu aşmıştı, neredeyse kriz gelmek üzereydi. Tabi o zaman ben bunu bilmiyordum.
Bu küçük kızın zayıf ve çelimsiz olmasından sonra hemen dikkatimi çeken diğer özelliği, iffetini koruma konusundaki hassasiyeti, duyarlılığıydı. Benden bile şüphelenip, durdu. Hiç bir zaman tam güvenmedi.
Sonra, ricam üzerine Almanya’da nasıl eroine alıştığını anlattı. Küçük kızların nasıl kolayca eroine alıştırılıp fuhşa sürüklendiklerini bu aralarda ondan öğrendim. Nasıl yapmışsa yapmış, şimdiye kadar iffetini korumaya başarmıştı ama, ya sonra?
O kadar yalnız, çaresiz ve masumdu ki, eroin satıcısının evine yalnız gitmesine gönlüm razı olmadı. Gitmeyi düşündüğü yerler küçük bir kızın tek başına gidemeyeceği, son derece ürkütücü yerlerdi. Bu yüzden onu yalnız bırakmadım. Onu korumak istedim.
Eroinin aldıktan sonra döndük. Parka dönerken yolda kusup, durdu. İçi dışına çıkıyordu. Parka vardığımızda kriz neredeyse başlamak üzereydi. Gözleri büyümüş, yuvalarından fırlamıştı. Hava oldukça serin olmasına rağmen boncuk, boncuk terlemiş, yüzü kül rengini almıştı. Acilen eroin alması gerekiyordu. İsteği üzerine ona eroini hazırlamasında yardım ettim.
Sonra… Sonra hayatımın en büyük dramlarından birini orada şahit oldum. Elleri o kadar titriyordu ki, bir türlü eroin dolu şırıngayı damarına isabet ettiremiyordu. Cılız kolları kan içinde kalmıştı. Benden tekrar yardım istedi. Bakışlarında öyle bir ifade, öyle bir yalvarış vardı ki, ona hayır diyemedim. Eroini aldıktan sonra oturduğu yerde sızıp, kaldı. Hava oldukça soğuktu. Üşümesin diye üzerini örttüm.
Bu küçük kız bir genci, kendi gibi eroin tutkunu olan bir genci sevdiğini zannediyordu. Halbuki o genç onunla bir oyuncak gibi oynayıp durmuştu. Ruhu öylesine saf ve temizdi ki, bunun farkına varamamıştı. Onun duyguları ise saf ve içtendi. Sevdiğini zannettiği genç intihar edince, bundan kendini sorumlu tutuyordu. O gencin, ona karşı yaptığı affedilmez bir hata yüzünden intihar ettiğini zannediyordu. Kendini öldürmeye, intihara hazırdı. Bunun içinde sadece bir anlık kararlılık, bir anlık delice cesarete ihtiyacı vardı. Sadece bir tek an... Anlıyor musun? Sadece bir tek an... Bu cesarete, gözü karalığa fazlasıyla sahip olduğunun farkındaydım.
Önceleri korkuyordu. Bir küçük düşme korkusuydu bu. Bu korkunun nedeniyse; intihar eden, can verirken çektiği ıstırabın kavuruculuğuyla altına kaçıran bir kız arkadaşının rezil durumuydu. Hayatla ölüm arasında sadece bir parça bir pislik duruyordu. İnan ki, ölürken altına kaçırmayacağını bilse, bunu çok, çok önceleri kesinlikle yapacak durumdaydı. Onuruna çok düşkündü. Cesedinin dahi temiz kalmasını istiyordu. Fakat artık bütün ümidini yitirmiş, her şeyi boş vermeye başlamıştı. Ölüm içinde, kendine göre; güzel, romantik bir gerekçe bulmuştu. Canından çok sevdiği sevgilisi ölmüş, bahtsız bir kız rolündeydi. Rolünü de yürekten oynuyordu. Buna inanmış ve benimsemişti.
Kütüphanemde uyuşturucularla ilgili bir kitap vardı ve onu okumuştum. Orada bir İngiliz kızından bahsediyordu. Bu kız eroin için fuhuş yapacak kadar düştüğü halde, bir orman kampına katılarak eroinden kurtulmayı başarabilmişti. Bense doğa içine gidiyordum. Belki de minicik bir ümitti, ama neden olmasındı? Bu nedenle ona benimle gelmesini teklif ettim. Bunu yapmak zorundaydım. Fuhşa, ya da intihara gidecek bu küçük kızı görmezlikten gelemezdim. Öylesine çaresiz ve ümitsizdi ki… Bir çığlık atacak kadar bile kendinde güç ve ümit bulamıyordu. Kendini tamamen kapıp, koyuvermişti. Mücadeleden vazgeçmiş, teslim olmuştu. Sessiz feryatlarını, gözlerindeki çığlığı duymazlıktan, görmezlikten gelemezdim. Yapamazdım, yapamazdım…
İffeti için titreyip duran bu onurlu küçük kızın fuhşa sürüklendiğini, hayvansal bir zevk aleti haline geldiğini düşün...
Böyle bir onursuzluğa boyun eğer miydi dersin? Bunu kabullenir miydi?
Ona sırtımı dönüp, gidemezdim. Buna ne ahlâk, ne inanç, ne de vicdanım müsaitti. Onu görmezlikten gelmek, kendimi inkâr etmek olurdu.
Lütfen... Sen çok iyi, merhametli bir kadınsın. Küçük bir kedi için gözyaşı dökecek kadar yumuşak kalpli ve vicdan sahibisin. Bu küçük kızı görmezlikten mi gelmem gerekiyordu? Diğer binlerce insan gibi bana ne diyerek sırtımı dönüp, gitmeli miydim?
Lütfen söyle bana; onu yardım etmeye çalışarak, hayatımı alt üst eden o büyük hatayı orada mı yaptım? Seni orada mı kaybettim?
İnanmaz gözlerle yüzüme bakarak:
-Başkaları için bir şey diyemem ama zannederim başka türlü davranamazdın dedi. Aksi halde bütün ömrün boyunca o küçük kız için vicdan azabı çeker dururdun. Ona yardım etmek zorundaydın, hatta buna mecburdun. Mecburdun ama, yine de bu onunla evlenmeni mazur göstermez.
-Biliyorum, kendimi mazur göstermeye de çalışmıyorum. Sadece nerede hata yaptığımı, nerede yanlış yaptığımı bulup bilmek, gerçeği öğrenmek istiyorum. Seni kaybetmeme neden olacak o büyük günahı nerede işlediğimi, böylesine bir dışlanışı hak etmek için nasıl korkunç bir suç işlediğimi bilmek istiyorum.
Ona, benimle gelmesini teklif ettim, bunu yapmak zorundaydım. Önce şiddetle reddetti. Bunu da iffetine düşkünlüğü nedeniyle yapıyordu. Yeterince tanımadığı bir erkekle dağ başlarına gitmenin iffetine zarar vermesinden korkuyordu.
Sonra, eroinden kurtulamayacağını, bunun mümkün olmadığını söylüyordu. Denemeden bunu nasıl anladığını, nasıl bilebildiğini soruyordum. Minicik bir ümit sahibi olmak, ümitsizlikten daima daha iyidir. Onu ikna etmeye çalışıyordum. Fakat o kabul etmiyordu. Benimle gelmek istemiyordu. Artık halasının evine dönme vakti de gelmişti. Benimle vedalaştı. Sonrada küçük bir kuş gibi uçup, gitti.
Bu küçük kız beni çok etkilemişti. Ona yardım edemediğim için gerçekten üzgündüm. Fakat ne olursa olsun ona ellerimi, dost ellerimi uzatmıştım. Düştüğü bataktan çekip çıkarmak için, bütün gücümü kullanmaya hazırdım. Fakat o kendine uzanan dost ellerimi reddetmişti. Bu onun hakkıydı. Onu zorlayamazdım.
Üzgün bir şekilde parktan ayrılırken birden tekrar karşıma çıkıverdi. Kabul edersem benimle gelmek istediğini söyledi. Son ümidi olduğumu zannediyordu. Ben de sevinçle kabul ettim.
Onu Akçay’ın yukarılarında bir yerde, Çimenli Ada ismini verdiğimiz yere götürdüm. Yol boyunca birbirimizi daha yakından, daha iyi tanıma fırsatı bulduk. Onu daha çok sevmeme, ona daha çok bağlanmama neden olacak pek çok güzel meziyetlerini bu ara öğrendim. Onu daha yakından tanıdım. Onun gerçekte minik bir cennet olan iç dünyasını bu aralarda gördüm, bu aralarda öğrendim, o cennete bu aralarda girdim.
Çimenli Ada’ya üç günde varabilmiştik. Eroin alma zamanı gelmişti. Her an bir krize girebilirdi. O ise kurbanlık bir koyun gibi akıbetini büyük bir metanetle, sessizce bekliyordu. Kaderine boyun eğmişti.
Çimenli Ada’ya varışımızdan bir gün sonra beklediğimiz kriz başladı. Kriz sırasında vücudu tahammül edilemez bir şekilde kaşınıyordu. Rahatça kaşınabilmesi için soyunup, dökünmesi gerekiyordu. Onu öyle görmemi istemiyordu. Bu yüzden kendini çadırına kapattı. Her ne olursa olsun çadırına girmemem konusunda da benden söz aldı. Buna çok büyük önem veriyordu. Acılar içinde çadırında kıvranırken sıkıntıyla dolaşıp durmaktan başka bir şey yapamıyordum. Sık, sık durumunu soruyordum. Onu göremediğim halde çıkardığı seslerden ne derece korkunç acılar çektiğini tahmin edebiliyordum. Nihayet gece yarısına doğru sesler azalmaya başladı. Seslerin azalmasını hayra yoruyordum. Gece yarısından sonra sesler tamamen kesilince uyuyup kaldığını zannettim.
Bulunduğumuz yer yukarılarda bir yerdeydi, bu yüzden geceleri oldukça soğuk oluyordu. O gecede insanın iliklerine işleyen soğuk bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Uyku tulumumun içine girerek uyumaya çalıştım. Sabah olunca uyandırmaya gittim ama bir türlü uyanmıyordu. Başına bir şeyler geldiğini anlamakta gecikmedim. Her ne sebeple olursa olsun girmeme sözü vermeme rağmen çadırına girmek zorunda kaldım. Onu çırçıplak, donmak üzere buldum. Ölmek üzereydi. Kalbi belli belirsiz çarpıyordu. Isınması için sarıp, sarmaladım. Sıcak bir şeyler içirmeye çalıştım. Fakat ne yaparsam yapayım bunu başaramıyordu. Vücudunu ısıtmak zorundaydım. O zaman yapılacak tek şeyi yaptım.
Anlıyor musun? Üzerimde şortum kalıncaya kadar soyunarak uyku tulumunun içine girdim. Sıcaklığımı daha kolay, daha çabuk alabilsin diye onu da soydum. Çıplak vücudunu vücuduma bastırdım. Onu yaşatmak istiyorsam bir an önce vücudunu ısıtmak zorundaydım.
Anlıyor musun?.... Sadece yaşaması için, sadece onun için… Ölmesini istemiyordum. Ölecek diye deliler gibi korkuyordum...
Lütfen anla beni... Söyle bana, hata ettiğimi söyle bana. Onun çıplak vücudunu vücuduma bastırarak sana ihanet mi etmiş oldum?
-Bilmiyorum.... Bilmiyorum.
-Vücudu öylesine zayıftı ki. Tek, tek kemikleri sayılabilirdi. Açlıktan ölmüş kadavraya benziyordu. Karnı içine göçmüştü. Bacakları uzundu ama bileğim kalınlığındaydı. İnan bana… Sadece bileğim kadar. O incecik bacaklarla tavşan gibi nasıl koşmayı başardığını her zaman merak etmişimdir.
Bütün gün kuluçkaya yatan bir tavuk gibi yanından ayrılmadım. Vücudumla vücudunu ısıtmaya, canlandırmaya çalıştım. Akşama doğru bütün bu çabamın sonucunu aldım. Kalbi biraz daha güçlenmiş, bir parça daha hızlı atmaya başlamıştı. Soluk alışverişlerini daha rahat duyabiliyordum. Kat, kat giysiler giydirdim. Uzun çabalar sonucu bir bardakta pekmezli çay içirmeye muvaffak oldum.
Fakat aksilikler peşimizi bırakmıyordu. Ertesi gün sabaha karşı yağmur yağmaya başladı. Göğün dibi delinmiş gibiydi. Sağımıza, solumuza yıldırımlar düşüyordu. Tam bir afetti.
Akçay’ın suyunun kabardığını farkına vardığımda çok az vaktimiz kalmıştı. Onu sırtıma bağlayarak krizden bir gün önce gördüğümüz bir mağaraya götürmeye karar verdim. Başka sığınacak yer yoktu. Her yer zifiri karanlıktı. Yağmur bütün şiddetiyle devam ediyordu. El fenerim burnumun ucunu zor gösteriyordu. Fakat onu bir an önce mağaraya, kuru bir yere götürmem gerekiyordu.
İki kere yuvarlanarak suya düştük. Mağaraya ulaştığımızda sırılsıklamdık. Yanımda getirebildiğim sırt çantasındaki giysileri de sırılsıklam olmuştu. Hava soğuktu. Onu bir an önce ıslak giysilerinden kurtarmam gerekiyordu.
Soyarak, üzerine kalın keçeyle örtüm. Açık kalan yerlerini mağara tabanındaki kumlarla kapattım. Kumdan bir yorganla örtülmüş gibi olmuştu. Geriye dönerek bırakmak zorunda kaldığım diğer eşyaları da getirdim. Sırt çantama su girmemişti. Ona, kendi çamaşırlarımı giydirdim....
Olayları tekrar yaşıyor gibiydim. Bir an durarak, küçük eşimin gözlerimin önüne gelen o an ki hayalini, o gülünç durumunu kıkırdayarak güldükten sonra devam ettim.
-Zavallıcık öylesine zayıftı ki, çamaşırlarımın içinde kaybolup, gidiyordu. Üç gün başından hiç ayrılmadım. Ağzından pekmezli çayı döküp, durdum. Fakat bunun doğal bir sonucu olacağı hiç aklıma gelmemişti. Ne yapabilirdim ki?
Onu öyle ıslanmış nasıl bırakabilirdim? Bir an önce kendine gelmesi için dua edip, duruyordum. Gözlerini kırpıştırıp duruyordu ama bir türlü başaramıyordu. Hayatımın en zor işlerinden birini yapmak zorunda kaldım... Söyler misin? Başka türlü davranma şansım var mıydı?
Güzel eşim yüzünü buruşturarak:
-Onu öyle bırakamazdın herhalde dedi. Gerçekten çok sıkıcı bir durum.
-Nihayet gözlerini açtı. İzinsiz çadırına girdiğimi fark edince kıyametler kopardı. Beni kendisinden istifade etmekle suçladı. Az kalsın bütün bağlarımız kopuyordu. Fakat; sonra, yapacak başka bir şeyim olmadığını teslim etmek zorunda kalınca, tekrar barış anlaşması imzaladık.
Üç gün kadar orada kaldık. Başka bir krizin gelip, gelmeyeceği konusunda bir fikrim yoktu. Fakat tedbirli davranmak zorundaydım. Yiyecek stokumuz yeterli gibiydi ama pekmezimiz bitmişti. Onu yormadan; geze, geze şehre doğru gitmeyi plânladım. Üç ya da dört gün içinde şehre varmayı düşünüyordum.
İşte bu yolculuğumuz sırasında Musa emmilere rastladık. Bizi çok iyi karşılayıp, bağırlarına bastılar. Bizi aileden sayacak kadar benimsediler. Allah için biz de onları çok sevdik.
Musa emmi yiyecek için şehre gitmemize gerek olmadığını söyledi. Bütün istediklerimizi alıp, getirecekti. Musa emmilerin evine yakın, Küçük Göl’ün yanına kampımızı kurduk. Günlerimiz çok güzel geçiyordu. Olaylar birbirimizi daha da yakınlaştırmıştı.
O küçük kıza biraz garip denebilecek ama çok güçlü duygularla bağlanmıştım. Şehvet dışında tam bir duygular harmanıydılar ve çok, çok güçlüydüler.
Lütfen söyle bana? Ona, o kadar yakın olup dururken, sevmezlik edebilir miydim? Sevmek ya da sevmemek insan iradesinde olan duygular mıdır?
Küçük Göl’e yerleşmemizden iki gün sonra ikinci kriz patlak verdi. Birinci krizin daha şiddetli olduğunu, ikinci krizin daha hafif geçeceğini zannediyordum. Fakat yanılmışım.
Onu şehre götürmemi, bir parça eroin bulmamı istedi. Bunun için ölüler gibi yalvardı. Fakat bunu kabul edemezdim. Bu, bütün ümitlerinin bitmesi demekti. Bu onu o iğrenç bataklığa tekrar atmak demekti. Bu onun sonu demekti.
Birinci krizde öyle acı çekmişti ki tekrar aynı acıları kabullenmek istemiyordu. Paniğe kapılmış, çıldırmış gibiydi. Birden kollarımın arasından kurtularak kaçmaya başladı. Şehre; eroine gidiyor zannedip, peşinden koştum. Fakat benden çok daha hızlıydı. Ona yetişip, yakalamaya muvaffak olamadım. Bu yüzden kısa zamanda onu gözlerimin önünden kaybettim. Aramaya başladım. Nihayet onu gördüm. Mağaranın bulunduğu dik yamacın zirvesindeydi.
Allah’ım…. Kendini boşluğa bırakmak üzereydi….. Kendini öldürmek üzereydi.
Bir an küçük eşimin o andaki hali gözlerimin önünde canlanıverdi. Bir kere daha ciğerlerim kavruldu, iç yağlarım eridi. Bir kere daha o büyük korkunun o korkunç eziciliğini ruhumda hissettim. Vücudum zangır, zangır titriyordu. Gözyaşlarımı tutmaya başaramadım. Deliler gibi ağlayarak yüzümü güzel eşimin pembe avuçlarına gömdüm.
Hıçkırıklarla sarsılarak:
-Bu hayatımda gördüğüm en korkunç manzaraydı. Onu öyle görünce ciğerlerim kavrulup, iç yağlarım eridi. Hayatım boyunca böylesine korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Ne kadar, ne kadar korktuğumu bilemezsin dedim.
Sonra gözyaşlarıyla ıslanmış yüzümü yüzüne doğru kaldırarak devam ettim.
-O küçük kız kendini uçurumdan aşağıya bırakmak üzereydi. Bunu yapacak cesarete fazlasıyla sahipti. Anlıyor musun? O küçük kız kendini öldürmeye karar verdiğinde on dokuz yaşında bile değildi.
Onu öyle görünce ona olan duygularımın gücünü daha çok, çok daha iyi anladım. Bunu yapmasına izin veremezdim. Onu öyle görmeye dayanamazdım. Cesedini görmektense ölmeyi yağ tutuyordum. Her ne pahasına olursa olsun engel olmak zorundaydım. Onun için ölmeye hazırdım.
Fakat o küçük kız, henüz hayatının baharında bile olmayan o küçük kız, canını kıymaya kesin kararlı olan, bu konuda en küçük bir tereddüt dahi göstermeyen, körpecik canını kıymaya hazır, kendini acımayan o küçük kız beni kıyamadı. Anlıyor musun? Beni kendi nefsinden üstün tuttu, tek kılımın zarar görmesini dahi istemedi. Onu ölümden döndüren bana olan sevgisi oldu.
Duygularımın karşılıksız olmadığını, o küçük kızında benim onu sevdiğim gibi beni sevdiğini, değer verdiğini o gün kesin olarak anladım. O küçük kız beni seviyordu. O küçük kız beni kendi nefsinden daha çok seviyor ve değer veriyordu. Anlıyor musun? Tıpkı benim onu sevdiğim gibi, beni kendi nefsinden daha çok seviyordu…..
Derin bir iç geçirdikten sonra devam ettim.
-İntihardan güçlükle vazgeçirebildim. Onun için ölmeye hazır olduğumu anlayınca söylediğim gibi beni kıyamadı. Anlıyor musun? Kendini öldürmeye hazırdı fakat beni kıyamadı. Deliler gibi yanıma koştu. Deliler gibi boynuma atıldı. Deliler gibi yanaklarımdan öpüp, özürler diledi. Sonra… Sonra kamp yerimize geri döndük. Kaderine tamamen teslim olmuştu.
Kriz başlayınca soyunup dökünmek, kendi tabiriyle orasını, burasını kaşımak için çadırına girmişti. Girmeden önce bu konuda beni yine uyardı, yine söz almak istedi. Fakat son olayları hatırlayınca, bu sözü vermedim. Sonra, cevap verdiği müddetçe çadırına girmemem şeklinde anlaştık.
Kriz çok ama çok ağır ve acılı geçti. Küçük arkadaşımın çığlıkları, Küçük Göl’ün sakin atmosferini yırtıp, durdu. Dehşete düşmüştüm. Nihayet dayanamayarak çadırına girdim.
Dili şişmiş, ağzından taşmış, yüzü morarmıştı. Bütün vücudu dayanılmaz kramplarla kasılıyordu. Kasınçlar nefes almasını engelliyordu. İki üç dakikada bir, tam boğulmaya yakın horoz gibi öterek güçlükle biraz havayı ciğerlerine doldurmayı başarabiliyordu. Bu böyle; saatler, saatler boyu devam etmişti. Küçük arkadaşım kahramanca direniyordu ama artık gücünü yitirmek üzereydi.
Güçlü ciğerlerime doldurduğum havayı burnundan üfleyerek hava almasına yardımcı oluyordum. Bu böyle saatlerce sürdü. Ciğerlerim acımaya başlamıştı. Fakat vazgeçmedim. Ne olursa olsun onu ölüme terk edemezdim. Yetecek kadar hava almaya başlayıncaya kadar devam ettim. Allah’ın izniyle bu krizi de atlatmaya muvaffak olduk.
Üç gün sonra artık yürüyecek bir duruma gelmişti. Kriz boyunca bizi hiç yalnız bırakmayan, bize her türlü yardımda bulunan Musa emmi ve ailesine ziyarete gittik. Bir müddet üçüncü bir krizin korkusuyla yaşadık ama günler geçtikçe, böyle bir krizin mümkün olmadığını anlayınca, dünyalar bizim oldu. O küçük kız içindeki şeytanı yenmeyi başarabilmişti. Evet, bunu başarmıştı.
On beş gün boyunca yaşam sevinciyle dolup, taşarak; hayatı, mutluluğu içimizde duya, duya yaşadık. Küçük arkadaşım çok mutluydu. Yeniden doğmuş gibiydi. Bana çok değer veriyordu. Benim onu sevdiğim gibi, o da beni seviyordu. Bu duygularımız içtendi. Engel olunamayacak kadar doğaldı. Birbirimizi alışmıştık. Birbirimize çok güçlü duygularla bağlanmıştık. Bütün bu anlatmaya çalıştığım olaylar nedeniyle, bu öylesine doğaldı ki, bunun kötü sonuçları olabileceğini hiç düşünmedim
Fakat önleyemediğimiz bir duygu bütün bu mutluluğumuzu gölge düşürüyor, bir kor gibi içimizi yakıyor, daha da kötüsü içimizde gitgide büyüyordu. Her geçen saniyenin, her geçen dakikanın, her geçen saatin, her geçen günün ayrılık vaktini de yaklaştırdığının farkındaydık. Bir gün ayrılmak zorunda kalacağımız gerçeği bizi huzursuz ediyordu. Gerçek şu ki ondan ayrılmak istemiyordum.
Bu küçük kız, sanki yaratılışımda var olan bir boşluğu doldurmuştu. Sanki Yaradan beni yaratırken, içimde onun için özel bir yer açmış, ayırmıştı da; gelmesini, doldurmasını bekliyordum. Çok güçlü, belki biraz garip fakat olağanüstü güzel bir duygular demetiydi bu...
Bu; bir insanın diğer bir insana hiç bir karşılık beklemeden sevmesi, onun için her türlü fedakârlığa hazır olması ve bu hazır oluşta, karşılık beklemeyişte büyük bir huzur ve mutluluk bulmasıydı. Tanrısal bir duygular demetiydi. Allah’ın biz insanlara bahşettiği en büyük nimetiydi. Nefsî arzularla kirlenmemişti. Çünkü onda nefsini sevilen için karşılıksız feda ediş ve bu feda edişte büyük bir huzur, büyük bir zevk ve mutluluk vardı. Çok ama çok güzel, güçlü ve yüceydi. Anlamak için bunu duymak gerek. Ruhların aynı frekansta rezonansa geçişiydi. Tam bir ruhsal uyumdu. Sevilende kendini buluş ve yaşayıştı.
Nefsimden önce onu düşünecek kadar onu seviyordum. Her şeyden önce onun mutlu olmasını istiyordum. Tek isteğim onu mutlu görmekti.
Ayrılınca, şüphesiz ki onu deliler gibi özleyecektim. Hiç bir şey onun yerini dolduramayacaktı. Fakat mutluluğu için bağrıma taş basmaya, onun için her türlü özveride bulunmaya hazırdım.
O küçük kızında benim için, güçlü duygularla dolup, taştığını biliyordum. Elbette beni sevmesini istiyordum, zaten bunu engel olmam da mümkün değildi. Fakat bunun bir sınırı olmalıydı. Sevebileceği bir delikanlıya rastladığında, beni rahatça bırakıp, gidebilmeliydi. Aramızdaki farkın; sabahla akşam ya da kışla yaz arasındaki kadar olduğunu elbette biliyordum. Bunu bilmemem mümkün değildi.
Fakat ne yapabilirdim? Onun bana olan sevgisini nasıl sınır koyabilirdim? Beni şu kadar sev, şu kadar sevme nasıl diyebilirdim?
Doğaya çıkışımızın ikinci ayı, şehre götürmemi istedi. Zaten son günlerde biraz garip davranıyordu. Onu sık, sık meçhul dünyalara dalıp gitmiş, koyu düşünceler içinde kendini yitirmiş buluyordum. Sanki bir şeylere üzülüyordu. Bu üzüntü kendini kaybettirecek kadar koyu ve güçlüydü.
Şehre gitmek isteyince son günlerdeki bu ruh halini buralardan sıkıldığına bağladım. Şehre gitmeye karar verdik. Bu ikimiz içinde güzel bir değişiklik olacaktı. Hem telefon edecek, hem de bir şeyler satın alacaktık. İki ay kadar sonra ilk defa şehre inecektik.
Musa emminin temin ettiği eski bir at arabasıyla hareket ettik. Şehre inmeyi kendi istediği halde, yol boyunca, son günlerde sık, sık olduğu gibi yine garip bir şekilde durgun ve üzgündü. Bilemediğim, bana söylemediği bir derdi var gibiydi. Güzel gözleri bulutlu, arabanın bir köşesine sinmiş, büzülüp kalmıştı.
Çocuksu bir neşeyle koşuşturup durmasını, etrafımda dönenmesini alıştığımdan bu durumunu yadırgıyordum.
Çocuk ruhları çamur gibi yumuşacıktır; istediğiniz zaman, istediğiniz şekle sokabilirsiniz. Onun ruhu da çocuk ruhu gibi tertemizdi. Henüz riya, yalan ve bencillikle kirlenmemişti. İlgisini çekecek, onu tekrar çocuk kimliğine kavuşturacak şey bulmakta gecikmedim. Musa emminin yaşlı aygırı Küheylân...
Yaşlı aygır; son derece bakımlı olduğu kadar, güzel ve akıllı bir hayvandı. Lâf atıldığında, sanki anlıyormuş gibi yelesini silkeliyor, başını sallıyor, ara sırada kişniyordu. Son derece şirindi. Ehli keyifti de.. Yorulunca ya da terleyince duruveriyor, başını çevirip, güzel gözleriyle bize bakıyor, terinin silinip, bakımının yapılmasını bekliyordu.
Teri silinirken, ya da tımar edilirken; bir heykel gibi, kuyruğu hafifçe kalkık hareketsiz duruyor, vücudu zevkle seğiriyordu.
Hayvan öylesine sevimliydi ki, kısa zamanda küçük arkadaşımın ilgisini çekiverdi. Çocuk ruhu geri geldi. Bir çocuğun unutuşu gibi, güzel gözlerini karartan dertlerini unutuverdi. Bir kaç dakika sonra şen ve mutlu yine cıvıldamaya başlamıştı.
Oldukça neşeli geçen bir yolculuktan sonra şehre geldik. Seninle telefonla konuştuğum, bir ay sonra döneceğimi söylediğim gündü. Başka telefon olmadığı için telefon etme önceliğini bana vermişti. Seninle konuşurken yanımdaydı ve bütün konuşmalarımızı duyuyordu.
Konuşmamız bittikten sonra, ahizeyi ona verdim. Bakışlarıyla yalnız kalmak istediğini belirtti. Bankaya uğramam gerekiyordu. Orada buluşmak üzere yanından ayrıldım. Beş dakika sonra geldiğinde, işlem yapabilmek için sırada bekliyordum. Önümde sekiz, on kişi vardı ve beklemem gerekiyordu. Benimle birlikte beklemek istemedi. Dükkânları dolaşmayı, vitrinleri seyredip, bir şeyler almayı düşündüğünü söyledi. Arabanın yanında buluşmak üzere sözleşip, yanımdan ayrıldı.
İşim bitince ne zamandır onun için bir hediye almak istediğimi, fakat bir türlü fırsat bulamadığımı hatırladım. Bu fırsat çıkmıştı. Büyük ihtimalle de başka olmayacaktı. Hediye olacağı içinde, gizli olması gerekiyordu. Bu yüzden gittiği yönün tersine giderek dükkânları dolaşmaya başladım.
Onun için hediye seçerken oldukça zorlandığımı itiraf ederim. Onu çok iyi tanıyordum. Bu zorlanışım hediye seçememekten ziyade, hiç bir şeyi ona lâyık görmememdendi.
Fakat, bu küçük şehrin kısıtlı imkânlarında yine de onun için bir hediye seçmek zorundaydım. Nihayet; küçük, şirin, genç kızlara çok yakışacağını umduğum bir omuz çantası satın aldım.
Arabanın yanına geldiğimde henüz dönmemişti. Merak etmeye başlayacak kadar da gecikti. Nihayet, iki elinde kocaman birer torba olduğu halde görününce gecikme sebebini anlamakta gecikmedim.
Alışveriş konusunda son derece titizdi. Ellerindekileri satın almak için bütün çarşıyı alt, üst etmiş olmalıydı.
Geriye dönüş için yola çıktığımızda; gelirken olduğu gibi, yine o garip durgunluk üzerine çökmüştü. Ne olduğunu bilemediğim bir dert güzel gözlerinin ufkunu yine karartmıştı. Aldığı torbaları bağrına sıkıca bastırmış, gözleri yere eğik ve düşünceli, arabanın diğer ucunda büzülüp, kalmıştı.
Gelirken yaptığım gibi neşelendirmeye çalıştım. Ona; sanki düşürüp, kaybedecekmiş gibi garip bir ihtimamla bağrına bastığı şeylerin ne olduğunu sordum. Bana hediye almıştı. İçim sevinçle dolup, taştı. Hediyemi ne zaman vermeyi düşündüğünü sordum. İstersem hemen alabilirmişim.
Nefis, son derece pahalı olduğunu zannettim bir kazak almıştı. Fakat beni sevince boğan, som sevince ve mutluluğa dönüştüren şey; ne kazağın güzelliği, ne de pahalı oluşuydu. Onun beni düşünmüş olması öylesine hoşuma gitmişti ki.
Bu ona karşı olan duygularımın hiçte karşılıksız olmadığını gösteriyordu. Şüphesiz ki pek çok defa beni sevip, değer verdiğini içtenlikle göstermişti. Fakat bu hediye; daha başka, daha güçlü, daha derin bir sevginin ifadesi gibiydi.
Onun için hediye aldığımı öğrenince sevinç ve mutluluktan uçuyordu. Hediyesini dönüşümüzde vermeyi düşünüyordum ama bu kadar sabretmesinin mümkün olmadığını söyledi. O gün gelinceye kadar beklerse sabırsızlıktan ölürmüş. Bende hediyesini orada verdim.
İçinde basit, şirin bir çanta bulunan kutuyu adeta kutsal bir şeye bakar gibi baktığını, kurdelelerini çözerken ellerinin titrediğini görüyordum.
Adeta Karun’un hazinelerini bulmuş gibi sevinçle, içinden çıkan çantanın; harika, nefis bir şey olduğunu söyledi. Çok beğenmiş gibiydi. Zannederim ona böyle sevince boğan neden, beni sevince ve mutlulukla dolduran nedenle aynıydı.
Sonra birden; gözlerinin sabit bir noktaya takıldığını, sevincini ifade eden gülüşünün yüzünde donup kaldığını, gözlerinin tekrar bulutlandığını ayrımsadım. Bu bulutlar diğerlerine göre daha kalın, daha karaydılar. Bilemediğim bir nedenle; derin, kavurucu bir ıstırapla kıvranıyordu. Derdine deva arayıp da bulamamanın şaşkınlığı ve ümitsizliğine düşmüş gibiydi. Kapkara bir düşünceler denizinde yitip gitmişti.
Son günlerde bütün benliğiyle böyle bir yerlere takılı kaldığını, bir hüznün gözlerini bulutlandırdığını, ufuklarını kararttığını anımsadım. Küçük arkadaşımın anlatamadığı; anlatmakta zorluk çektiği, ya da gizlemeye mecbur kaldığı, çok önemli, çok acılı ve çok derin bir yarası olduğunu bir kere daha fark ettim.
Onu her zaman mutluluk ve sevince kesmiş görmek istiyordum. Her şeyden önce; anlatamadığı, anlatmakta zorluk çektiği, ya da gizlediği derdinin ne olduğunu bilmek, öğrenmek zorundaydım.
Ona, niçin böyle derinlere dalıp, gittiğini sordum. Seninle olan konuşmalarımı duyduğunu söyledi. Ne zamandan beri içimi kavuran, bana rahat, huzur vermeyen neden, küçük arkadaşımın da içini kavurmaya başlamıştı. O da; artık yakınlaşmış olan kaçınılmaz sonucu düşünüyor, mecburi bir ayrılığın ateşli sancısıyla kıvranıyordu.
İlk defa o gün ayrılığı konuştuk. Daha doğrusu o konuştu. Ben konuşmak istemedim. Ayrılık gibi, önümüzde mutlu geçirebileceğimiz günlerin huzurunu bozup, tadını kaçıracak bir konuyu konuşmanın şimdilik yersiz olduğunu, zamanı gelince bunu yapmanın daha uygun olacağını söyleyip, duruyordum.
Fakat içimizi bir kor yakıp dururken ve biz bu korun varlığını bilirken nasıl rahat edebileceğimizi, nasıl onu görmezlikten gelebileceğimizi soruyordu ki haklıydı. Bu konuyu kapamak istememin nedeni; gönlümü mutlulukla doldurup taşıracak, fakat vicdanımca reddedilecek bir konuma gelebileceğim korkusuydu. Daha açık bir ifadeyle onun bana gerektiğinden fazla bağlanmasını, gerektiğinden fazla beni sevmesini istemiyordum. Fakat bu kalbimin değil de aklımın sesiydi. Zamanı geldiğinde yanağıma sevgi dolu bir öpücük kondurup, benden kolayca ve sevinçle ayrılabilmeliydi. Bunun böyle olması gerekliydi. Bunu tabi ki biliyor ve kabulleniyordum. Beni; uzun olduğunu ümit ve bu konuda dua ettiğim hayatının minik bir parçasında, iyi bir dost olarak hatırlaması yeterliydi.
Beni sevmesi, gönlümü şüphesiz ki mutlulukla doldurup, taşıracaktı. Anlayamadığım, bilemediğim, kontrol etmekten aciz kaldığım nedenlerle bu küçük kızı seviyor, ondan ayrılmak istemiyordum ama o bana bağlı kalmamalı, hayatını istediği gibi yaşamalıydı. Seveceği bir delikanlı bulmalı; evlenip, çoluk çocuğa karışmalıydı.
Olduğunu artık kesinlikle bildiğim bana yönelik sevgisinin gücü, gereksiz ve anlamsızdı. Vicdanım; samimi duygularla gerçekten sevdiğim bu kızın mutluluğu için, kalbim acı feryatlarla reddetmesine rağmen, ondan ayrılmak zorunda olduğumu, bunun mutluluğu için gerekliliğini söylüyordu. Onun için sevgimi, içimde; bir daha çıkamayacağı bir yerlere gömmek, hatta öldürmek zorundaydım. Bu küçük kızın hayatının minik bir kısmı dışında bir yer işgal etmemin, ne mantığı, ne de gereği vardı.
Genç bir kısrağa, genç bir tay gerekliydi. O, ilkbahar gibi tazecikti. Gerçek sevenin; gerektiğinde sevdiği için kendini feda edebileceğini, bu feda edişteki acılarla yükseleceğini, kutsallaşacağını biliyordum. Çünkü fedakârlıklarla sulanıp, beslenen sevgiler hiç bir zaman kuruyup solmazlar. Onun mutluluğu için bağrıma taş basmaya hazırdım.
Karşı koymama rağmen küçük arkadaşım ayrılık konusunu konuşmakta kararlıydı. Bu konudan kaçmaya çalıştığımı fark edince, kafamı kuma gömmekle suçladı. Sonuçta bizi neyin beklediğini bilirsek, daha güzel, daha mutlu günler geçirebileceğimizi söyledi. Bu konu da haklıydı.
Konuşmamakta ısrar ettiğimi; ne yaparsa yapsın konuşmayacağımı anlayınca, senaryolar üretmeye başladı.
Beni o kadar iyi tanıyordu ki; bu senaryolardaki rolümü, büyük bir isabetle tahmin edebiliyordu. Onu emin ellere teslim ettiğimi görmeden hiç bir zaman rahat edemeyeceğimi, bu yüzden halasının evine kadar götüreceğimi söyledi ki, doğruydu. Söylediği gibi, o benim için öylesine değerliydi ki, emin ellerde görmeden; evime, sizlere dönmem mümkün olmayacaktı.
Ayrıldıktan sonra ne olacağı konusundaki senaryolarını devam etti. Pek tabi ki bu senaryolar da bir rolüm yoktu.
Bana önce; bir bataklık olarak tanımladığı o büyük şehirde tutunacağı öncelikli dallar olarak gördüğü, halasından ve eniştesinden bahsetti. İkisinin de; sadece zevklerine önem veren, özveri nedir bilmeyen, basit görüşlü, bencil kişiler olduğunu biliyordum. Kendilerine emanet olarak gönderilen bu küçük kızla gerektiği gibi ilgilenmemişler, düştüğü lağım çukurunun farkına varamamışlar, onu kurtarabilecek, o anda muhtaç olduğu küçük bir ilgiyi, sevgiyi göstermekten büyük bir sorumsuzluk ve vicdansızlıkla kaçınmışlardı.
Ya anneyle babası? Yanı başlarında duran cevheri göremeyerek, o cevheri para denen el kiriyle değişen bedbahtlar.. Dünyayı sadece para zanneden, parayı Tanrı diye tapan zalimler... Manasız bir açgözlülükle yavrularını ihmal eden, yavrularının körpecik hayatlarının kararmasını sebep olan anneler... Bedeninden düşen yavrusuna bir lokma ekmek getirince görevini yaptığını zanneden, o küçük yavrunun; ekmekten çok, sevgiye aç olduğunu göremeyen duygusuz, kör babalar….
Artık olumlu olarak şekillenmeye başlamış kişiliğini tatmin edecek, hayatını dolduracak, onu mutlu edecek güzellikler bulamıyordu.
Bu dünyada kötü insanlar olduğu kadar iyi insanlarında olduğunu, zannettiği gibi kötü insanlarla dolu olsa, gerçekten de yaşanmaya değmeyeceğini söyledim. Pekala iyi insanları arayıp, bulabileceğini, bu insanlar arasında sevebileceği; evlenip, mutlu olabileceği gençlerinde olacağını anlatmaya çalıştım.
Bana Eric’i hatırlattı. Ne kadar kolayca aldanıp, yanıldığından bahsetti. Süs köpeğinden, ya da güzel bir oyuncaktan daha fazla ona değer vermeyen Eric için nasıl ölüme hazır olduğunu, nasıl kolaylıkla kanıp, aldandığını, ne yaparsa yapsın insanlar arasında iyiyle kötüyü seçmesini beceremediğini söyledi. Ayrıca kendini, hiç bir erkeğin beğenip, evlenmek istemeyeceği kadar çirkin ve mendebur bir kız olarak görüyordu. Bu konuda bir aşağılık duygusu altında ezilmekteydi. Kendisiyle evlenmek isteyen erkekler çıksa bile, bir kalbi olduğunu, kendine özel duyguların bulunduğunu, sayısı çok az olacak o erkeklerin arasından genelden bir seçim hakkı olmadığından sevebileceği birinin çıkabileceğinden nasıl emin olacağını sorup, durdu.
Bir bakıma bu sözleriyle kadınlara yapılan o en büyük haksızlığı da vurguluyordu. Muhakkak ki kadınlara verilecek en büyük hak, eşlerini özgürce seçebilmeleridir.
Belki bütün bunları şöyle ya da böyle tahammül ve hal edebilirdi. Fakat bir konu vardı ki bundan emin olması mümkün değildi. Eroine tekrar başlayıp, başlayamayacağını bilemiyordu. Bir moral bozukluğunun, bir yalnızlığın, insanın içini kavuran duyguların meydana getireceği minicik bir gaflet anı, aptalca bir davranış; bir daha kurtulması mümkün olmayan bataklığa onu tekrar düşürebilirdi.
Eroin konusunu konuşurken, bir ara gözlerimiz birbirine takıldı. Yalın bir korkunun soğuk ışığı, kocaman bir kılıç gibi gözbebeklerine saplanmıştı. Eroine tekrar alış- maktan deliler gibi korkuyordu. Tekrar o bataklığa düşerse kurtulmasının mümkün olmadığını biliyordu......
Söylediklerim eşimin ilgisini çekmiş olmalı ki:
-Eroini bir defa bırakmayı başarmışsa, niye ikinci defa başaramasın? Diye sordu.
Olumsuz manada başımı sallayarak:
-Hayır dedim. Zannederim ikinci defa bunu başaramazdı. Kendine olan güvenini yitirmiş olacaktı ki, bu başarının temelini teşkil ediyordu. Eroinden kurtulmak için benimle gelmeyi kabul ettiğinde; başına neler geleceğini, nasıl acılar içinde kıvranacağına dair pek fazla bilgisi, bu konuda bir fikri yoktu. Bunu henüz hissedip, yaşamamıştı. Yani bir bakıma başına ne gelirse çekecekti. İnan bana… Krizler sırasında öyle büyük acılar, sıkıntılar çekti ki; hiç bir insan ikinci bir defa aynı acıları, aynı sıkıntıları bilerek çekmek istemez, bunu kabullenemez.
Nasıl acılar içinde kıvrandığını, nasıl dehşetli çığlıklar attığını bu gözlerimle gördüm. Hiç bir şey bu kadar feci olamaz. Hiç bir kelime bu acının keskinliğini, büyüklüğünü ve korkunçluğunu ifade edemez. Emin ol ki bir insan, aynı acıları bir daha çekmektense ölümü rahatlıkla tercih eder.
İnsanlar bilmedikleri tehlikelerin içine daha rahat atılabildikleri gibi, tatmadıkları acıları kabullenebilirler. Fakat aynı acıları ikinci defa.... Hayır, ona hiç kimse artık yardım edemezdi. Eroine tekrar başlamaktaki delice korkusunun nedeni buydu. Bu konuda da yerden göğe kadar haklıydı.
Özgüvenini kaybetmişti, aynı bataklığa tekrar düşmekten deliler gibi korkuyordu, ümidini yitirmişti ve yapayalnızdı.
Sormama gerek kalmadan bu konuda uzun, uzun düşündüğünü ve bir karara vardığını söyledi. Ne olursa olsun o bataklığa dönmek istemiyordu. Orada, Ballıca’da kalmaya karar vermişti.
Bunun çok zor, hatta mümkün olmadığını anlatmaya çalıştım. Küçük bir kız, yapayalnız dağ başlarında nasıl kalabilirdi?
Yöre insanları çok iyi olmalarına rağmen, son derece tutucu, bağnaz kişilerdi. Nebahat yengenin durumunu biliyorduk. Hiç bir günahı olmadığı halde, cahil kişilere özgü dedikodu kazanına atılıp, kanına girilmiş, çok yaşlı, dengi olmayan bir erkekle evlenmek zorunda bırakılmıştı.
Şüphesiz ki Musa emmi çok, ama çok iyi bir insandı. Büyük bir olgunluk gösterip, kirlenmiş kabul edilerek dışlanmış o güzel kadına sahip çıkmış, gücü yettiğince mutlu etmeye çalışmıştı.
Ne kadar iyi olursa olsun, seveceği genç bir delikanlının, genç bir erkeğin yerine tutabilir miydi? Onu, gerçek erkeği olarak görüp, sevebilmiş, Allah’ın bir nimet olarak bahşettiği helâl hazlardan yeterince istifade edebilmiş miydi?
Bütün bunları anlatınca, eğer yardım edersem pekâlâ bunu başarabileceğini söyledi. Sözün kısası, kendini nikâhımın himayesine almamı istiyordu. Onu nikâhlarsam; o yörede geçerli âdet gereği; artık hiç kimsenin yan gözle bakmayacağını, namusunun namusları kabul edileceğini, onu Allah’ın bir emaneti olarak görüp, ellerinden geldiğince koruyacaklarını söylüyordu ki, doğruydu. O yörede nice körpe gelinlere kocaları bu güzel âdete güvenerek aylar hatta yıllar boyu yalnız bırakıp gidebiliyorlardı.
Onu nikâhımın korumasını alırsam yanında bulunmadığım zamanlarda yöre halkının diğerleri gibi onu da koruyup kollayacaklarından şüphe yoktu.
Onu, ondan daha çok düşünecek kadar seviyordum. Şüphesiz ki delice sevdiğim varlığına sahip olacak oluşum, beni mutluluktan çıldırtabilirdi. Fakat her şeyden önce onun mutlu olmasını istiyordum. Her şeyden önce de, bu tür bir bağlantıya girmemin vicdanım açısından uygun olmayacağı kuşkusu içindeydim. Sana büyük bir haksızlık edeceğimi biliyordum.
Fakat o an ki düşünceme göre yanlış olan, öncelikle seçimiydi. Babası yaşında bir adam, üstelik evli, üstelik kendi yaşında iki çocuk sahibi... Seni çok sevdiğimi; senden, çocuklarımdan vazgeçmemin mümkün olmadığını, kendine; kendi gibi genç bir tay seçmesini defalarca söyledim. Nikâhın yaz, boz tahtası olmadığını, pek çok maddi, manevi sorumluluklar getireceğini, nikâhımla bağlanmanın hayatını nasıl mahvedeceğini, bu yola girilirse artık dönüş imkânının olmayacağını defalarca anlatmaya çalıştım.
Artık ümidini kesmeye başlamıştı. Teklifini kabul etmemin mümkün olmadığını anlamış olmalıydı. Fakat çok çaresizdi. Birden ağlamaya başladı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu.
Birden aç kaplan gözlerindekilere benzeyen acayip bir pırıltı göz bebeklerine gelip, yerleşiverdi. Ümitsizliğin, çaresizliğin son bir çırpınışıyla bağıra bağıra; onu gerisi geriye bataklığa atacaksam niye kurtardığımı, bu yaptığımın boğulan bir kişiyi kurtardıktan sonra tekrar suya atmaktan ne farkının olduğunu, tekrar bataklığa atılacak olduktan sonra bütün o kahredici acıları niye çektiğini, böyle bir işkence yapma hakkını nereden bulduğumu sordu.
Eğer onu davet etmeseymişim, benimle gelmeseymiş, şimdiye kadar bir köpek yavrusu gibi bir kenarda ne güzel ölüp gideceğini, böylece bütün acılarının bitmiş olacağını söyledi. Kendine güveninin olmadığını, hiç bir zaman insanları seçmesini bilemediğini, aptal ve sersem kafalı olduğu gibi, yüzüne bakılmayacak, hiç bir erkek tarafından istenmeyecek kadar çirkin, lanet bir kız olduğunu bağırdı. Çıldırmış, aklını yitirmiş gibiydi. Alnı terlemiş, gözleri iri, iri açılmıştı. Ümitle ümitsizliği, mutlulukla mutsuzluğu bir arada yaşıyordu. İçini kemiren, ruhunu ezen, güçlükle dayanabildiği bir korkuyu ifade eden soğuk çelik parıltısının yanında; yumuşacık, nemli bir sevgiyle de ışılayan gözleri; içimi, ruhumu görmek istercesine; öyle içtenlikle, öyle saf bakıyor ve bu bakışlar öylesine derin, öylesine gizemli bir çekicilikle süslenmiş ve öyle bir ifade bulmuştu ki başımı döndürüyordu.
Yine bağıra bağıra, bir yandan hıçkırıklarla sarsılarak devam etti. Zannederim bir parçada bana kızmıştı.
“-Aptal, sersem kafalı adam diye bağırdı. Hâlâ anlamıyor musun? Cenneti gösterdikten sonra cehenneme razı olmamı isteme benden. Yanında huzur buluyorum, kendimi güvende hissediyorum. Hakkımda ne düşünürsen düşün. İşte, söylüyorum, bütün kalbimle söylüyorum. Genç kızlık, kadınlık gururumu ayaklar altına alarak söylüyorum. Seni seviyorum....Seni deliler gibi sevdiğimi ne zaman anlayacaksın?”
Anlıyor musun? O beni seviyordu. O küçük kız beni seviyordu.
Bir an durdu. Başı dönermiş ya da kendinden geçermiş gibi oturduğu yerde bir an sallandı. Kendini güçlükle kontrol etmeye çalışarak zayıf yüzünü bana doğru çevirdi. Allah’ım, o gözler… Sevgisiyle yumuşacık ışılayan o gözlerde birden ümitsizliğin derin uçurumları görünüverdi. Sonra... Sonra ciğerlerime oturan şu sözleri söyledi.
“-Belki de acıyarak yanına aldığın küçük kızın başına belâ olduğunu düşünüyorsundur ha babalık?”
Tahammül sınırımı aşmıştım. Daha fazla dayanamadım. Onu sevmemem mümkün değildi. Onu seviyordum. Ona doğru atıldım. Sevgimi belirtmek için ellerini tutup, küçük pembe avuçlarını öperek; onun, hayatımda başıma gelen en güzel şey olduğunu söyledim ki, bu güneş gibi apaçık bir gerçekti. Bunun bir itiraf mı olduğunu sordu.
“-Deli kız! Sana ne kadar değer verdiğimi görmüyor musun? Dedim. Seni, senden daha çok düşünecek kadar sevdiğimi anlamıyor musun? Seni mutlu görmek istiyorum. Seni mutlu görürsem ancak mutlu olabilirim. Fakat, lütfen, anla beni..”
Ona, belki yüzlerce kere anlattığım gibi; seni, çocuklarımı ne kadar sevdiğimi, sizlerden vazgeçmemin mümkün olmadığını söylerken, lafı ağzıma tıkadı. Bütün bunları daha önce konuştuğumuzu, hep aynı yerde dolanıp durduğumu, elbette benim evli olup, eşimi, çocuklarımı çok sevdiğimi bildiğini, nasıl benden mutlu bir yuvayı bozmamı isteyebileceğini sordu.
Bir gün, kısa bir zaman içinde olsa ona döneceğimin ümidinden başka bir şey istemediğini söyledi.
“-Biliyor musun? dedi. Seni hep kocaman bir nehir olarak düşünmüşümdür. Gürül, gürül akan bir sevgi nehri. İsteyenin istediği kadar sevgi aldığı, alındıkça çoğalıp, daha da gürleşen kocaman bir sevgi nehri. Sevdiklerinin denizine doğru akıp gitmek zorunda olan kocaman bir nehir.
Nerede olursan ol; onlara, sevdiklerine dönmek zorunda olduğunu biliyorum. Senden istediğim bu güzel nehrin bir kenarında bana da minicik bir yer ayırman. Hiç bir ön şartım yok. İstediğin zaman gelirsin, hatta gelmeyebilirsin. Sadece bir gün sana kavuşacağım ümidi bana yeter. Evet, sadece bu ümitten başka bir şey istemiyorum.”
“-Beni anlayamıyorsun dedim. Seni mutlu görmek istiyorum, çünkü seni seviyorum. Henüz çok gençsin, kendini bana kurban etmene izin veremem.”
Bu sözlerimi öyle şaşırmıştı ki.... Bir an o kocaman gözleriyle yüzüme bakakaldı.
“-Yani sen… Sen şimdi... Benim seni sevdiğimi inanmadığını mı söylemeye çalışıyorsun?” Diye sordu.
“-Bana çok değer verdiğini biliyorum. Bir dosta en çok ihtiyacın olduğu sırada elimi uzattım, bundan da çok memnunum. Sonra diğer olaylar. Hayatını etkileyecek pek çok olayda hayatına girmek, aktif rol oynamak zorunda kaldım. Bunu yaparken de büyük bir zevk duydum. Yaptıklarımın karşılığı olarak aldığım bu büyük zevk, bir ödül olarak bana yetecektir.”
Bir an düşündükten sonra:
-Galiba ne demek istediğini anlıyorum dedi. Şu saçma minnet duyma hikâyesi. Duygularımın kaynağını, sana olan minnetimin neticesi olarak duyduğum borçluluk olduğunu zannediyorsun. Yani bir nevi sahte sevgi, öyle mi?”
Yine pembe avuçlarından öptüm.
“-Duygularını tahlil ederken ne kadar kolay yanıldığını kendi ağzınla itiraf etmiştin dedim. Henüz iki ay öncesine kadar Eric’i sevdiğini zannediyordun. Onun için ölmeye hazırdın. Bana olan duygularında da rahatlıkla yanılabilirsin. Benden, seni mutsuzluğa itecek şeyden başka, her neyi istersen onu iste. Senin için her şeyi yaparım.”
Bir an gözlerimin içine baktıktan sonra:
“-Eric konusunda çok büyük yanılgıya düştüğümü itiraf ederim” dedi. Sonra başını olumsuzluğu belirtmek ister gibi sağa, sola sallayıp, devam etti. Gözlerinden sıcacık bir sevgi dolup, taşıyordu.
“-Hayır! Bu kez yanılmıyorum. Bu kez aldanmıyorum. Bana çok büyük iyilikler yaptın. Benim için acılara katlandın, fedakârlıklarda bulundun. Benim için canını tehlikeye atmaktan çekinmedin. Hatta benim için ölmeye bile hazırdın.
Dediğin gibi bunları seve, seve hiç bir karşılık beklemeden yaptın. İtiraf ederim ki senden gördüğüm ilgi ve sevgiyi ne annemden, ne de babamdan gördüm. Sana karşı elbette sevgi kadar minnette duyuyorum. Yaptıklarını nasıl unutabilirim?
Fakat bir konu da çok yanılıyorsun babalık… Hem de çok yanılıyorsun. Sana olan sevgimin kaynağı yaptığın iyilikler, özveriler değil.”
Sevgiyle tekrar dolup, taşarak ilâve etti.
“-Anlamıyor musun? Bana yaptığın iyilikler, fedakârlıklar seni tanımama; o cennet iç dünyanı görmeme sağlayan bir vasıtadan, bir pencereden başka bir şey değil. Cenneti görüp, cehennemi razı olmam derken bunu kastediyordum. Seni seviyorum babalık. Seni tanıdıktan sonra bir başkasını nasıl sevebilirim? Yerine bir başkasını nasıl koyabilirim?
Sevgiyle dolup taşan gözleriyle ruhumun derinliklerini baktı. İçimde akıp duran sevgi nehirlerini görüp, çağlamasını işitiyormuş gibi bir an ürperdi. Minicik elleriyle ellerimi kavrayıp, devam etti.
‘’-Lütfen dedi...Lütfen… Sana ihtiyacım var. Artık sensiz olmam mümkün değil. Görmüyor musun? Vücudum gibi ruhumda zehirlenip, kirlenmiş. Vücudumu kurtarmama yardım ettin. Ruhum, vücudumdan daha mı değersiz? Lütfen! Ruhumu kurtarmama da yardım et. Gürül, gürül akıp giden sevgi nehirlerinde yıkayıp, temizlememe izin ver. Benim için hayatından minik bir yer ayır’’
Ne diyebilirdim ki? Canım gibi sevdiğim bu küçük kız, ruhunun kurtulması için benden yardım istiyordu. Bu çağrısını nasıl reddedebilirdim? Onu reddetmem mümkün değildi. Anlıyor musun? Onu reddetmem; inançlarımı, vicdanımı her şeyimi reddetmem demekti. Hayattan deliler gibi korkuyordu. Bunun sebebi belki eroine tekrar alışmaktı, belki de bilemediğim başka bir neden... Fakat dediğim gibi hayattan, yaşamaktan korkuyordu. Yapayalnızdı. Çaresizdi, daha önemlisi özgüveni yitirmişti.
Sadece benden nikâhımın koruması altına almamı istiyordu. Bu sayede o cennet gibi yerlerde yaşayabilecekti. Başka hiç bir şey istemiyordu….
Bir an eşimin yüzüne baktım. Söylediklerimi kayıtsızlıkla dinliyor görünüyordu. Söylediklerimden, anlattıklarımdan etkilenmemişti ama ben yine devam ettim.
Ellerini tutmaya çalışarak:
-Lütfen! Sen… Sen çok iyi, vicdan sahibi bir kadınsın. Seni kaybetmeme neden olabilecek o büyük hatayı, o büyük günahı bu küçük kıza yardım ederek, kalbimin ve vicdanımın sesini dinleyerek mi yaptım? Eğer bu hareketim büyük bir hataysa, büyük bir günahsa doğru olan nedir? Onu reddetmem mi gerekiyordu? Hayattan, yaşamaktan deliler gibi korkan bu küçük kızı elimin tersiyle itmem mi gerekiyordu? Lütfen... Lütfen gerçekten anlamıyorum, anlayamıyorum dedim.
Güzel eşim bir an yüzüme baktı. İkircik içinde kalmış gibiydi. Bir anlık tereddütten sonra:
-Ona yardım etmek istemene anlıyorum dedi. Onu o durumda bırakıp gitmen doğru olmazdı. Buna ne kişiliğin, nede vicdanın izin verirdi. Fakat ona yardım etmek için nikâhına alman gerekmezdi. Onu buraya, yanımıza getirebilirdin. Bunu yapabilirdin. Bende durumu öğrenince onu bağrıma basar, onu öz kızım kabul ederdim. Hayatı normalleşinceye kadar pekala yanımızda, gözetimimizde bulunabilirdi.
-Biliyorum dedim. Bunu ona teklif ettim. Benimle gelirse çok sevineceğimi, yanımda bulunduğu müddetçe onu öz kızımmış gibi seveceğimi; koruyup, kollayacağımı söyledim.
Fakat ona karşı her ne şekilde davranırsak davranalım, kendini bir sığıntı gibi eğreti görecek, öyle hissedecekti. Bunu engel olması mümkün değildi. Çünkü o onurlu ve düşünceli bir kızdı.
Kendini mutlu bir karı kocanın arasına girmiş uğursuz bir kara kedi konumunda görüyordu. Bunun, uzun müddet sürmesinin mümkün olmadığını da biliyordu. Çalkantılara tahammülsüzdü. Artık hayatını sağlam temeller üzerine kurmak istiyordu. Cennete benzeyen o güzelim yerlerden ayrılmak istemiyordu. Benli ya da bensiz hayatını orada kuracaktı. Buna kesin kararlıydı. Her ne yaparsam yapayım bu kararını değiştirmeyecekti. Ona yardım edebilecek tek kişide bendim…
Sözlerim bitmişti. O eşsiz anlayışı, sağduyusuyla beni bir parça olsun anlayabileceğini umarak eşimin yüzüne baktım. Fakat hayır...Yine o süzgün yüz..Yine o karabulutlarla kaplı, soğuk bakışlı gözler.
Bir müddet sessizce durduktan sonra duygusuz ve lakayt, bana doğru dönerek şunları söyledi.
-Yeterince konuştuk. Artık yorulmuş olmalısın. Gücünü, kuvvetini bir an önce toplaman için uyuman gerek.
Bir an durdu. O buz gibi bir anlamın doldurduğu duygusuz gözleriyle gözlerimin derinliklerine baktı. Sanki şüphe dolu esrarengiz bir sis perdesi kalın bir tül gibi gözbebeklerini örtüyor, gerçek duygularını gizliyor, anlamamı engel oluyordu. Bir anlık tereddütten sonra devam etti.
-Güçlendikten sonra uygulamak isteyeceğin bazı plânların olmalı.
Bu sözleri bir hançer gibi yüreğime saplandı. Gerçek bir hançerle gerçekten yüreğimden vursaydı böylesine keskin bir acı duymayacaktım. Nasıl bu kadar zalim olabiliyordu? Yıllar boyu aynı yastığa baş koyduğum bu kadını ne kadar az tanıdığımı hayretle fark ettim. Kalbime saplanan bu zehirli hançer, bütün ümitlerimi de öldürüp, atmıştı. Güçlendikten sonra uygulamak isteyeceğin bazı plânların olmalı sözcüğünün içine gizlenmiş gerçek mânâyı anlamakta gecikmedim. Güzel eşim bir an önce toparlanıp, çekip gitmemi istiyordu.
Gözyaşlarım, göz kapaklarıma engel olunamaz bir şekilde baskı yapıyordu. Görmesin diye gözlerimi sıkı, sıkı kapatıp, başımı yana çevirerek şunları söyledim.
-Evet dedim. Haklısın, bu uzun konuşma beni oldukça yordu. Bir an önce toparlanmam için uyumam gerek.
Kendimi kendi evimde; kovulmuş, istenmeyen bir sığıntı olarak görüyor, bir an önce gitmek istiyordum.
Bu dışlanmışlık duygusu son derece güçlü, ağır ve eziciydi. Bir an önce çekip gitmek içinde her şeyi yapmaya hazırdım.
Yıllar boyu dağ, bayır, orman demeden dolaşıp durmuş; doğanın tertemiz, mis kokulu havasını ciğerlerine çekmiş, billur gibi sularını içmiş vücudum, güzel eşimin ihtimamlı bakımıyla çabucak toparlandı. Üç gün sonra ayrılacak duruma geldim. O akşam, günlerden beri ilk defa akşam yemeğini yemek odasında ailemle birlikte yedim. Yemekten sonra oğullarıma uzun bir seyahate çıkacağımı söyleyip, helâllik diledim. Bunun ne anlama geldiğini biliyor olmalılardı. Başlarını omzuma dayayıp, bir çocuk gibi ağladılar. Gözyaşları omuzlarımı ıslattı. Bu dramı bir an önce bitirmek için hazırlık yapacağımı söyleyip, odama çıktım. Güzel eşimin son bir defa yanıma gelip, konuşacağını umuyordum. Fakat.... Hayır, gelmedi…
Gitmeden önce onunla konuşmam gereken çok önemli konular vardı. Yatak odasına gitmek üzere merdivenden çıkmakta olduğunu görünce, önüne geçip:
-Lütfen! Bir kaç dakikanı benim için ayırabilir misin? Diye sordum. Seninle son bir defa konuşmak istiyorum.
Karanlık, buz gibi gözleriyle yüzüme bakıp:
-Konuşacağımız bir şeyin olduğunu zannetmiyorum, dedi.
-Lütfen….Son bir defa…..Sadece bir kaç dakika diye ısrar ettim.
Bir an düşündükten sonra:
-Peki dedi. Sadece bir kaç dakika, unutma.
-Teşekkür ederim, unutmam dedim.
Yatak odam olan oturma odasına girerek, gözlerini merakla yüzüme dikip, söyleyeceklerimi bekledi.
Güzel gözlerine bakarak:
-Duygularımı söylemeye çalışarak canını sıkmak istemiyorum dedim. Zaten artık bunun bir önemi de yok. Beni hayatından tamamen çıkarıp, attığını biliyorum. Yarın sabah erkenden gideceğim.
Yüzünde donuk, biraz alaycı, belki de beni küçük gören bir ifade vardı. Son derece kayıtsız bir sesle:
-Evet, biliyorum. Yemek odasında söylemiştin dedi.
Yüzüne yalvararak bakıp:
-Gitmeden önce, senden çok küçük bir ricam olacak dedim.
Böyle bir istek beklemiyor olmalı ki yüzüme hayretle bakarak:
-Bir rican mı? Anlamadım dedi.
-Çok önemli olmasa bunu senden istemezdim dedim. Bu çok ama çok önemli. Sadece küçük, minik bir yalan.
Ciddi yüzü daha da ciddileşti. Fakat yine de biraz merak, daha çok şaşkınlıkla bir parça aydınlandı.
-Yalan mı?
Sorusundaki anlatım açık bir reddi de ifade ediyordu. İçim korkuyla burkularak:
-Lütfen dedim. Hemen reddetme. İzah etmeme izin ver. Yalan söylemenin çok kötü olduğunu biliyorum. Bunu yapmak istemeyeceğini de biliyorum. Ama lütfen. Amellerin niyete göre olduğunu düşün. Rabbimiz hayra vesile olacaksa, küçük yalanlara izin verir.
Sadece merak ettiği için sordu.
-Nasıl bir yalan söylememi istiyorsun? Söyle bakalım?
-Lütfen… Bu benim için çok ama çok önemli... Ayrıldıktan bir zaman sonra, küçük eşim benden haber alamayınca merak ve endişe edecek ve muhtemelen seni arayacaktır. Aradığında öldüğümü söylemeni istiyorum. Geldiğimde hastalandığımı, birkaç gün yattıktan sonra öldüğümü, onu üzmemek için gizlediğini söylersin.
O, saf bir çocuk gibidir. Bir, iki sahte hıçkırık inanmasına yetecektir.
Şaşkınlığı daha da büyüdü. İnanamaz gözlerle tekrar yüzüme bakıp:
-Fakat, nasıl olur? Yanına gitmiyor musun? Diye sordu.
Olumsuz anlamda başımı salladım. Tam bir ümitsizlik ve yıkım içindeydim.
-Hayır dedim. Yanına gidemem. Sevdiklerime mutsuzluk bulaştıran bir vebalı gibiyim. Gitsem bile, o bunu kabul etmeyecektir.
Buz gibi soğuk gözlerinde bir ışık parıldadı. Alaycı bir gülüş yüzünü aydınlattı. Başını sallayarak:
-Hiçte öyle davranacağını zannetmiyorum diye bağırdı. Bilakis o şıllık seni tamamen sahip olduğu için sevinçten çılgına dönecektir.
İçim acıyla burkuldu. Güzel eşim onu yeterince tanıyamamıştı.
-Hayır, dedim. Hayır, yanılıyorsun. Lütfen… Onun için kötü bir söz söyleme. O çok iyi bir insan. İncecik, kolaylıkla kırılıp, darmadağın olabilecek bir ruh yapısına sahip. Eğer yanına gidersem burada olup biteni söylememe gerek kalmadan; halimden, tavrımdan, duruşumdan, konuşmamdan, gözlerimden… Anlıyor musun? Her şeyimden kolaylıkla anlayacaktır. Beni çok iyi tanıyor. Yanında; yüzlerce, binlerce defa sevdiğimi söylediğim kadından ayrıldığımı, mutlu yuvamı yıktığımı öğrenince, bütün bu olanlardan kendini sorumlu tutacak, kendini mutlu bir yuvayı yıkmakla suçlayacak, o incecik iç dünyası bir daha düzelmemek üzere; tuzla, buz olacaktır. Anlıyor musun? Bütün ömrü boyunca mutlu bir aileyi yıktığını düşünecek, vicdan azabıyla kavrulup, duracaktır.
Sen ve evlatlarım olmazsa ben bir yarım insanım. Arta kalanımın da bir işe yarayacağından şüpheliyim. Güneş kadar apaçık bir gerçek var ki; ne o, ne de ben bir daha asla mutlu olamayacağız. Bu yangın yerinde artık ne sevginin, ne de mutluluğun çiçekleri açabilir.
Sözlerim üzerinde bir şok etkisi yaptı. Şaşkın, inanmaz gözlerle yüzüme bakakaldı. Biraz toparlanınca:
-Ben... Ben diye kekeledi.
Öylesine mutsuz ve umutsuzdum ki onun bu kekelemesini; ben yalan söyleyemem, bu mümkün değil diye yorumladım.
Yüzüne yalvararak bakıp, devam ettim.
-Lütfen dedim. Küçük bir yalan, o küçük kızın hayatını kurtarabilir. Henüz on dokuz yaşında bile değil. Olmasına izin vermediğimiz kızımız olsaydı, ancak onun yaşında olacaktı.
Öldüğümü duyunca yıkılacak, çok acı çekecek, günler boyu ağlayacak, güzel gözlerine kan oturacaktır. Fakat zaman; hangi acıyı dindirmez, hangi yarayı kapatmaz ki? Bir zaman sonra beni hayatından çıkarmayı başarabilir. Hayatında güzel bir anı olarak kalabilirim. Lütfen, ona mutlu olması için bir şans tanı. Eğer varsa üzerindeki hatırım için, hakkım için. Lütfen... Bunun için sana yalvarıyorum.
Şaşkınlıkla donakalmıştı. Haftalar boyu karabulutlarla kaplı gözlerinde şimşekler çaktı, yıldırımlar düştü.
-Ben...... Ben ....Zannediyordum ki.....
Başka bir şey söylememe fırsat vermeden, bir anda gözyaşlarına boğulup, hıçkırıklarla sarsılarak yanımdan kaçıp, gitti. Sığınağı olan yatak odasına girip, kapısını kapattı. Kendini odasına kilitlemiş olmalıydı. Fakat, söyleyeceklerim henüz bitmemişti. Anlayamadığım bir nedenle, birdenbire sağanağa benzeyen gözyaşlarına boğulmuş, kendisi için çok önemli olan bir konuyu söylememe fırsat bırakmamıştı. Odasına giderek kapısını çalıp, konuşmasını isteyebilirdim. Fakat, bunun boşuna zahmet, gayret olduğunu daha önceki tecrübelerimden biliyordum. Bunun için söyleyeceklerimi bir kâğıtta ifade etmeyi karar verip, ona şu mektubu yazdım.
“Hayatım!
Sen bu satırları okurken, muhtemelen uzaklarda olacağım. Kendimi tamamen kaderimin ellerine terk ettim. Beni istediği gibi, istediği yere yedip, götürebilir. Gönlünce, istediği şekle sokabilir. Rabbimin çizdiği yazgıma tamamen rıza gösterip, teslim oldum. Bunun için; nereye gittiğimin, ne yaptığımın artık hiç bir önemi yok.
Konuşurken birden anlayamadığım bir nedenle ağlayarak yanımdan uzaklaşıp, gittin. Son günlerde sık, sık olduğu gibi üzülüp, ağlamana neden olacak yine münasebetsiz bir şey yapmış olmalıyım. Bunun ne olduğunu bilmiyorum ama yine de senden özürler diliyorum.
Duygularımdan bahsederek canını sıkmak, kıymetli zamanını çalmak istemiyorum. Bunun için doğrudan doğruya konuya gireceğim.
Beni hayatından silip, attığının farkındayım.
Buradan ayrılmadan önce, aile dostumuz avukat Nevzat beye vekâlet vereceğim. Hatırlarsan, dini nikâhımız kıyılırken, sana boşanma hakkını tanımıştım. Bu yüzden beni istediğin zaman boşayıp, Allah indindeki akdimizi sona erdirebilirsin.
Hayatından çıkarıp, attığın bir erkeğin resmi nikâhını ömrün boyunca bir tasma gibi boynunda taşımana izin veremezdim.
Henüz genç ve çok güzel bir kadınsın. Herkes kadar mutlu bir hayatı hak ettiğini biliyorum. Bir zaman sonra, belki de bir gün... Neden olmasın? Bir gün özgürlüğüne ihtiyacın olduğunda; boynundaki resmi nikâh prangasını çıkarmak istediğin zaman, Nevzat beye bir telefon etmen yetecektir.
Beni ihanetle, seni terk etmekle, ya da boşanmanı kolaylaştıracak her hangi bir suçla suçlayabilirsin. Bunun benim için artık hiç bir önemi yok. Hâkimin tek celsede özgürlüğünü vereceğini ümit ediyorum.
Geçmişte ya da gelecekte, sana geçmiş hakkım varsa, ya da olacaksa, bunu peşinen helâl ettiğimi bilmeni istiyorum. Bana geçtiğini, hem de pek çok olduğunu bildiğim hakkını helâl edersen beni mutlu edersin.
Son bir defa olarak sevgilerimi sunmama lütfen izin ver. Ömrün boyunca mutlu olmanı, o güzel yüzünde gülücüklerin eksilmemesini diliyorum ve bunun için de Allah’ıma yalvarıyorum.
Hoşça kal hayatım.
Mektubu, üzerine eşimin adını yazdığım bir zarfa yerleştirerek, görebileceğe bir yere koydum.
Gece yarısı olmuştu. Uyumaya çalışmak gibi aptalca bir şey yapmam mümkün değildi.
Aptes alarak, gün ağarıncaya kadar uzun, uzun dualar ettim. Allah’tan af ve mağfiret diledim. En hayırlısına nasip etmesini istedim. Şerlerin içine hayırları da serpiştirmiş O Ulu Hikmet Sahibi’nin, başıma gelen bu acı olayların içine de hayırlar serpiştirdiğini umuyordum.
Sabah namazımı kıldıktan sonra, ayrılma vakti geldi. Odamdan dışarı çıktığımda, her yeri tam bir sessizlik hâkimdi. Ev sakinleri namazdan sonra tekrar yatmış olmalıydılar. Halbuki onların beni uğurlamak isteyeceklerini zannediyordum.
Güzel eşimin beni tekrar görmek istemeyişini hak veriyordum ama, ya evlâtlarım? Uzun bir seyahate çıkacağımı söylediğimde küçük birer çocuk gibi omuzlarıma yaslanıp ağlayan, omuzlarımı ıslatan evlâtlarım?
Belki de bir daha görmeyecekleri babalarını uğurlamak yerine, sabah uykusunun tatlı çekiciliğini tercih etmişlerdi. Kendimi son derece dışlanmış, yalnız hissediyor, kahroluyordum.
Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Artık dönmem mümkün değildi.
Ev sakinlerini rahatsız etmemek için; kedi gibi sessiz, yavaşça merdivenlerden indim. Merdivenden inerken, antredeki masanın üzerinde geldiği günkü gibi darmadağınık duran hediye paketlerinin kaldırılmış olduğunu gördüm. Hayatından çıkarıp attığı adamın izlerini tamamen silip, temizlemek isteyen güzel eşim tarafından bir yerlere fırlatılıp, atılmış olmalıydılar. O hediyelerin seçimi için saatlerce dolaşıp, durduğumuzu anımsayınca, içimi bir acı, bir burgu gibi delmeye başladı. Dediğim gibi her şey bitmişti, artık ben bu evin bir yabancısıydım.
Gün ağarmaya başlamıştı. Kapıya doğru yöneldiğim sırada; onu, güzel eşimi yemek odasının kapısında dikilmiş, bana bakarken gördüm. Sabahın loş aydınlığı içinde süzgün yüzü, sanki nurdan yaratılmış gibi ışıltılar saçıyor; yüzünün aklığıyla tezat iri, kömür karası gözleri kocaman siyah elmaslar gibi yuvalarında pırıldıyorlardı. Bir kaç telinde aklık bulunan uzun saçları, başından omzuna tatlı bir meyille dökülmüştü. Her zaman olduğu gibi yine misler gibi kokuyordu.
Üzerinde; boyunu daha da uzun gösteren, güzel vücudunu daha da inceltmiş gibi duran, nefis bir elbise vardı. Antrenin loşluğunda tam olarak seçemiyordum ama galiba üzerindeki küçük eşimle beraber seçtiğimiz koyu yeşil renkli elbiseydi. Belki de yanılıyordum. Güzel eşim; sık, sık toplantılara katıldığı, gezmelere gittiği için giyimini çok dikkat ederdi. Bildiğim, bilmediğim pek çok renk ve çeşitte elbisesi vardı. Üzerindeki de pekâlâ onlardan biri olabilirdi.
Bana tebessüm mü etmişti? İnsan ümitsiz ve acılar içinde kıvranırken olmadık yerlerde bir teselli, bir ümit kırıntısı arar. Gözlerinde güneşler doğan, nefesleri kesecek kadar güzel olan bu kadın, bir cellât kadar insafsız olabildiğini kaç kere göstermişti. Sonra, hayatından çıkarıp, attığını defalarca ifade ettiği bana, niçin tebessüm edecekti? O anda kendimi o kadar yalnız ve dışlanmış hissediyordum ki; benden tamamen koptuğunu bile, bile; sadece öyle olmasını istediğim için, onun bana tebessüm etmiş olduğunu hayal ettiğimi hükmettim. O anda bir tebessüme, tatlı bir söze, dost bir elin okşayışına öylesine ihtiyacım vardı ki.... Çölde, susuzluktan ölmek üzere olan bir kişinin ılgım görmesi gibi, onun bana tebessüm ettiğini hayal etmiş olmalıydım.
Ayaklarımı sürükleyerek kapıya doğru yöneldiğimde; koşarak önüme geçip, yürümeme engel oldu.
Sabahın loşluğunda iri korlar gibi ışılayan gözlerini bir an yüzüme, gözlerime dikti. Biraz alay, biraz küçümseme, çokça sevgi dolu olan bakışlardı bunlar... Ak güvercinlere benzeyen minik, beyaz elleri sırt çantamı tutan kayışları zârif bir hareketle omuzlarımdan sıyırdı. Sırt çantam tok bir ses çıkararak yere düştü.
Yine aynı bakışlarla yüzüme bakıp, yüzünü buruşturdu.
-Neredeyse insanlıktan çıkmışsın, şu hâline bak. Leş gibi de kokuyorsun diyerek titreyen ellerimden tutup beni banyoya doğru sürükledi. Ne olduğunu anlayamıyordum. Tam bir şaşkınlık içindeydim.
Banyoda bir sandalye vardı. Bu sandalyeyi daha önce orada hiç görmemiştim. Belki vardı da fark etmemiştim.
Yer, yer lekelerle dolu parkemin düğmelerini; pis bir şeyi dokunuyormuş da, bulaşmasını engel olmak istermiş gibi, küçük parmaklarını yukarı kaldırıp, yalnız lazım olanlarını kullanarak çıkardı. Yakaları yağlanmış, yer yer leke dolu parkemi, iğrenç bir şeymiş gibi fırlatıp, attı. Sonra banyodaki sandalyeyi göstererek:
-Otur diye emretti.
Ne olduğunu anlamayan şaşkın gözlerle bakıp, emrine itaat ettim.
Biraz üzerime doğru abanarak, tam başımın üzerinde bulunan dolaptan kar gibi beyaz bir havlu çıkardı. Mis gibi kadın ve gül kokuyordu. Bu koku öyle çekiciydi ki, bir an başımın döndüğünü, uzun zamandan beri duymadığım bir arzunun içimde kabardığını hissettim.
Kar gibi beyaz havluyu boynuma dolayıp, havlu aldığının yanındaki küçük dolaba doğru tekrar abandı. Gül ve kadın kokusu sinişmiş havayı gözlerimi kapatarak zevkle içime, ciğerlerime çektim. Bu kadını ne kadar, ne kadar çok sevdiğimi bir kere daha anladım.
Küçük dolaptan tıraş takımlarını çıkardı. Kâseyi şofbenden sıcak su doldurup, ılıttıktan sonra, yüzümü sabunlamaya başladı. Yüzüm, ak bir sakal gibi sabun tabakasıyla örtüldü. Sert sakalım bir parça daha yumuşasın diye, küçük ellerini sabunla köpürmüş yanaklarımda ileri, geri gezdirdi. Sabuna bulanmış ellerini çeşmede yıkadıktan sonra usturayı çıkardı, ustalıkla bir iki klavladı, büyük bir maharetle sakalımı sıyırıp, almaya başladı. Sabun ve sakal topanları usturanın ucunda biriktikçe bir kâğıt mendile siliyor, sonra devam ediyordu.
Sakalımı sıyırıp, aldıktan sonra, küçük bir makasla bıyıklarımı, favorilerimi düzeltti. Bir, iki makas şıklatmasından sonra bir iki adım geriye çekiliyor, dikkatle yüzümü inceleyip, aksayan yerleri tespite çalışıyor, gördükçe düzeltiyordu. Ne olup, bittiğini tam manasıyla anlayamamış, hayret ve şaşkınlıkla bakakalmıştım.
Tıraş bitince; bir el ve kol hareketiyle, üzerimdeki ter kokulu kazağı çıkarıp, aldı. Kokusundan rahatsız olmuş olmalı ki, yüzünü buruşturdu. Pantolonumu çıkarmak için uzanırken küçük ellerini tuttum.
-Lütfen dedim. Ben çıkarırım.
Yine, aynı emreden otoriter ses:
-Peki! Soyun ve küvete gir dedi.
Bir kaç dakika sonra; sanki küçük bir çocukmuşum gibi, en küçük bir çekinme, utanma hissi duymadan, beni bir güzel yıkadı. Sırtımı keselerken; yüzüm pancar gibi kızarmış, utançtan yerin dibine giriyordum. Bu işi öyle hınçla, sanki intikam almak istermiş gibi yapıyordu ki, adeta derimi yüzüyor sandım. Yeterince temizlendiğimi kanaat getirince, ılık sularla durulayıp, yumuşacık havlularla kuruladı. Çamaşırlarımı ve pijamalarımı giydirdikten sonra, tıraş ettiği sandalyeye oturtarak saçlarımı kurutup; özene, bezene taradı. Yüzümü kolonyalarla ovalayıp, kremler sürdükten sonra, bir kaç adım geri giderek eserini inceledi. Sonuçtan memnun olmuş olmalı ki gülümseyerek:
-Şimdi bir parça insan kılığına girdin işte dedi.
Haftalar sonra bana ilk defa gülümsüyordu. Bu gülümseme kadar hiç bir şey beni mutluluğa, sevince batırıp, çıkaramazdı. Beni affettiğini ilk defa o zaman anladım.
Bakışları sevgiyle dolu, dolu yanaklarımı öptü. İstese o an, onun için rahatlıkla canımı verebilirdim.
Ellerimden tutarak beni; yukarıya, yatak odamızı götürdü. Yatak odamızda her zaman bir derli toplulukla beraber, özel olarak düşünülüp, uygulanmış loş bir ışıklandırmanın; zevkle seçilmiş, uyumlu renklerin getirdiği dinlendirici ve huzurlu bir havası olurdu. Ama o gün, bir parça daha değişikti. Yattığım sağ taraftaki komodinin üzerinde, sanki içinden fışkırıyormuş gibi duran sarı güllerle dolu bir vazo vardı. Sarı güller.... Allah’ım! Bu kadın beni mutlulukla işkence edip, öldürmek mi istiyordu? Sarı güllerin benim için ne mânâ ifade ettiğini bilmemesine imkân yoktu. O halde neden? Kaç günden beri beni işkenceden, işkenceye uğratıp duran bu kadındaki bu harikulâde değişim nedendi? Hiç bir şey anlamıyordum. Adeta mutluluktan uyuşmuş gibiydim.
Yorganı açıp, beni küçük bir çocuk gibi yatırdı.
-Şimdi uyu ve bir an önce kendini toparlamaya bak. Sonra.... Belki, istersen kaldığımız yerden devam edebiliriz dedi.
Annesinin sevgisinden emin; hasta, küçük bir çocuk gibi hemen şımardım.
-Lütfen yanımda kal.
Bir anne gibi şefkâtle saçlarımı okşayarak:
-Merak etme! Biraz işim var, biraz sonra geleceğim. Şimdi tatlı, tatlı uyumana bak dedi.
Deliler gibi sevdiğim bu dünyalar güzeli kadının ne yapmak istediğini anlamış değildim. Hiç bir zaman bir kadını tam manasıyla anlamanın mümkün olmadığını karar vererek; zevkle gevşeyen vücudumu; haftalar boyu hasret kaldığı, huzurlu, insanı yeniden doğuran uykunun şefkatli kollarına, mutlu rüyalar görme ümidiyle teslim ettim.
Uyandığımda onu karşımda, bana bakarken buldum. Çektiği ıstıraplar nedeniyle süzülmüş, hafifçe bir pembelik serpiştirilmiş solgun beyaz yüzündeki yuvalarında; iri, kömür karası gözleri pırıldıyor, yumuşacık bir ışıkla dolup, taşıyordu. Hafifçe yaptığı bir makyajla güzel yüzünün çizgilerini daha da belirtmiş; dolgun, etli dudaklarını pembe bir rujla boyamıştı. Gözlerinin karasını yüzünün aklığı, yüzünün aklığını da üzerindeki koyu yeşil, geniş yakalı elbise daha netleştiriyor, daha koyulaştırıyordu.
Loş odanın içinde mehtap gibi ışıltılı, melekler kadar güzel bu kadına sevgiyle baktım. Yine mis gibi gül ve kadın kokuyordu.
Öylesine güzeldi ki, gözlerimi ondan alamıyordum. Şaşkın, hayran ve sevgiyle dolup, taşarak:
-Öyle güzelsin ki… Elbisen de çok yakışmış dedim.
Güzel yüzü bir parça daha aydınlandı.
-Teşekkür ederim dedi. Bu elbiseyi hatırlaman lazım. Onu bana getirdiğin paketlerin içinde buldum. Bana pek çok kere bu tür hediye getirdin ama, hiç biri bu kadar güzel değildi. Sanki bir kadın seçmiş gibi… Evet, ancak bir kadın zevki, elbise konusunda bu kadar güzel ve zevkli seçim yapabilir.
-Evet dedim. Yanılmıyorsun. Onu küçük eşimle beraber aldık. Daha doğrusu ben ölçüyü söyledim o seçti. Kendisi gerçekten çok zevklidir. Beğendiğine sevindim... Artık beni affettiğini umabilir miyim?
Yüzünde önce bir şaşkınlık belirdi. Bu şaşkınlık; sanki çok garip, alışılmamış bir soru sormuşumda, yanıtını bilmiyor, ya da soruyu tam anlamamış gibi bir ifadedeydi. Soru sorarken yaptığı gibi kaşlarını hafifçe çatıp, güzel gözlerini yüzüme, gözlerimin derinliklerine dikti. Sanki bir kararsızlıkla bocalar gibiydi. Fakat bu çok kısa sürdü.
Bir belirsizliğin durgunlaştırdığı yüzü, gözlerinin derinliklerinden fışkırıp gelen soru dolu ışıkla bir parça daha koyulaşıp, ciddileşerek:
- Seni affetmek mi? Diye sordu Yoksa biz dargın mıydık?
Bu nefis bir tecahulüarifindi. O; günler, haftalar süren, bizleri acıların, ıstırapların uçurumlarına iten, neredeyse birbirimizi birbirimizden koparacak, mutlu yuvamızı darmadağın edecek kadar güçlü duygular fırtınasını; hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi görmezlikten, bilmezlikten gelişinde öyle bir olgunluk, öyle bir incelik ve zarafet vardı ki; onun asil kişiliğine çok yakışıyor, onu daha olgunlaştırdığı gibi daha da yüceltiyor, değerlendiriyor, güzelleştiriyordu.
Bu sözler nice zamandır ruhumu kavuran yangını söndürüp, yeniden can veren iri damlalı bereket yağmurları gibi serin ve iç açıcıydı. Bu sözlerin içindeki anlam, o ince, duygusal ve insancıl zarafet iç dünyamı tetikledi. Çektiğim acılardan, yalnızlığımdan ve az önce duyduğum büyük hayal kırıklığının getirdiği tahammülü zor dışlanmışlık duygusundan gerilmiş; bir saat zembereği gibi kurulu kalbim, birdenbire boşanıverdi.
Ak güvercine benzeyen ellerinden birini yakalayıp, pembe avuçlarını öpücüklere boğarak, bir çocuk gibi hıçkırıklarla sarsılarak, doyasıya ağlamaya başladım. Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan da mırıldanıyordum.
-Seni kaybettim sandım... Beni hayatından silip, attın sandım... Annesini kaybetmiş küçük bir çocuk gibi öyle korkmuş, öyle mutsuzdum ki. Sensiz bir hayat, sırtımda taşıması güç bir yük olacaktı. Senin gibi bir kadını kırmam için dünyanın en aptal, en sersem kafalı insanı olmalıyım.
Boştaki eliyle tarar gibi saçlarımı okşamaya başladı. Sesi yumuşacık, sevgi doluydu.
-Ağlama dedi. Öyle duygulusun ki başka türlü davranman mümkün değildi. O küçük kızın, kaderin olduğunu artık anladım.
Yüzümü bir kez daha o pembe avuçlara gömerek:
-Ne kadar iyisin, ne kadar iyisin. Beni anlayacağını biliyordum diye inledim. Seni çok seviyorum, seni canımdan daha çok seviyorum. Senden ayrılmak istemiyorum, seni kaybetmek istemiyorum.
-Ben de seni çok seviyorum dedi. Lütfen artık ağlama.... Yoksa ....
Gözyaşlarımla ıslanmış yüzümü kaldırıp, yüzüne baktım. Her zaman metin olabilen, pek nadir ağlayan bu güzel kadın içten gelen raşelerle titriyor, kara gözlerinden inciler gibi gözyaşları yuvarlanıyordu. O inciler benim için öyle değerliydi ki.
Susuzluktan ölmek üzere olan bir insanın buz gibi pınara dudaklarını bastırışı gibi, idam edilmek üzereyken af edildiğini duyan bir mahkûm gibi, sevinçten deliye dönerek; minnetle, sevgiyle dolup taşarak; onu sonsuzlara kadar yücelterek, kendimi kölesi gibi alçaltarak; bütün benliğimi ayaklarının altına sererek, ruhumda dolup, taşan ne kadar güzel duygu varsa çağlayanlar gibi ona doğru akıtarak; mutluluktan çıldırmış gibi, gözlerimdeki bütün yaşları yüzümü bastırdığım pembe avuçlara akıtıp, bitirmek ister gibi; ağladım, ağladım.
Gözyaşlarım içimdeki yangını söndürmüş, ruhumu öldüren zehri çekip, almıştı. Sırılsıklam olan yüzümü bir kere daha kaldırıp, yüzüne baktığımda, onun yüzünün de benimkinden farksız olduğunu gördüm.
-Anlayamıyorum, anlayamıyorum… Sevdiğini söylüyorsun, hem de haftalar boyu hiç acımadan içkenceler ediyorsun diye inledim.
Teselli vermek ister gibi saçlarımı okşayarak:
-Bazen insanlar sevdiklerine karşı çok zâlim olabilirler dedi. Ne kadar çok severlerse zulümleri de o kadar büyük olur. Düşman güllesinin yıkamadığını, sevgilinin fiskesi yıkabilir.
-Seni kaybettim sandım. Seni yitirdim sandım. Beni öldürmek mi istiyordun?
İsyan ederek:
-Ya ben, ya ben? Ben acı çekmedim mi sanıyorsun diye bağırdı. Ya benim çektiklerim? Beş ay sonra bulunup geliyorsun, harika bir öykü anlatıp, küçük bir ortağım olduğunu söylüyorsun. O küçük kızdan bahsederken sesin titriyor, onun için sevgiyle dolup, taşıyorsun. Her cümlenin başında, sonunda onu ne kadar çok sevdiğini söyleyip, duruyorsun.
Ahh! Bilemezsin, bilemezsin. Anlattığın öyküdeki küçük kız olmak için neler, neler vermezdim.
Onu sevdiğini söylerken ki gibi bana hiç bir zaman bakmadın. O küçük kız gibi beni hiç bir zaman sevmedin.
Allah’ım... Allah’ım... Bu kadın ne diyordu?
Hayret ve şaşkınlıkla:
-Seni sevmedim mi? Seni sevmedim mi? Diye bağırdım. Seni kaybetme düşüncesinin bile beni nasıl kahrettiğini, acılar içinde kıvrandırdığını, içimi yakıp, kavurduğunu görmüyor musun? Seni kaybetme düşüncesinin bile, beni deli etmeye yeteceğini anlamıyor musun? Kaç seneden beri sana ne kadar tutkun olduğumu, seni nasıl sevdiğimi anlayamadın mı?
Zarif bir hareketle gözyaşlarını kuruladıktan ve derin bir iç çektikten sonra:
-Son ana kadar; beni terk edip, o küçük kıza doğru koşacağını düşünüp, durdum dedi. Benden ayrılır ayrılmaz, onun kucağına atılacağını sandım. Bunun ne kadar acı olduğunu anlaman için, ancak kadın olman gerek. O an sığınabileceğim tek yerde kadınlık gururumdu.
Şaşkınlıktan az kalsın küçük dilimi yutuyordum.
-Seni terk etmek mi? Aman Allah’ım. Seni terk edip, bırakıp gideceğimi mi zannediyordun?
-Evet! Son ana kadar öyle zannediyordum. Buradan çekip gidecek, ona koşacak, gözyaşları içinde kucağına atılacak, başını göğsüne koyup, ağlayacağını düşünüyordum. Beni terk edeceğini zannediyordum.
İnanmaz gözlerle yüzüne bakarak:
-O küçük kızı kıskandın öyle mi? Diye bağırdım. Bu yüzden haftalar boyu hayatımızı zehir edip durdun, öyle mi?
Birden çileden çıkıverdi.
-Sersem kafalı adam diye bağırdı. Kızmıştı. Gözlerinden şimşekler çakarak devam etti.
-Her zaman aklından çok duygularının sesine kulak verdin. Bazen öyle aptalca davranıyorsun ki, artık buna alıştım, yadırgamıyorum. Belki de bu kadar duygulu olmasan, seni böylesine sevmezdim. Oldukça yakışıklısın da... Ruh ve beden güzelliğini bir arada bulundurabilen nadir insanlardansın.
Durgun, bir çocuk gibi masum yüzünün, kırlaşmaya başlamış saçlarının insana nasıl bir güven duygusu verdiğini biliyor musun? Bir çocuğun masumluğuyla yetişkin bir kişinin olgunluğu sende bitişmiş gibi. Yumuşacık bakışlarınla öyle duygu dolusun ki.... Kibar ve yardımseversin. Kendinden önce sevdiğini düşünecek kadar fedakârsın. Hiç bir zaman bencil olmadın, hiç bir zaman yalan söyleyip, kandırmaya çalışmadın. Senin gibi erkeği her kadın bayılır. O küçük kızında, seni neden sevdiğini artık iyi biliyorum. Sevmeseydi şaşar, kadınlığından şüphe ederdim. Yakından tanıyan hiç bir kadın seni sevmezlik edemez. Duygusallığınla, dürüstlüğünle, bir çocuk gibi masum saflığınla; kolaylıkla her kadının içine girebilir, onları kendine kopmaz bağlarla bağlayabilir, onları kendine kul, köle edebilirsin.
Anlamıyor musun? Bütün bu söylediklerim benim içinde geçerli, çünkü ben de bir kadınım. Seni seviyorum. Tahmin edemeyeceğin kadar çok seviyorum. Seni kaybetme düşüncesinin bile beni nasıl alt üst ettiğini, acılara boğduğunu görmüyor musun? Her kadının sevdiği erkeği kıskanma hakkı vardır. Ben sadece bu hakkımı kullandım.
-Peki ya şimdi kıskanmayacak mısın? Bir müddet sonra onun yanına gitmek zorundayım.
Bu sorumu yanıtlarken bir an ikirciklendi. Fakat bu uzun sürmedi. Gözleri meçhul bir yerlere doğru gidip geldikten sonra tekrar güzel gözlerini gözlerimin derinliklerine dikerek:
-O küçük kızın kaderin olduğunu biliyorum dedi. Artık beni çiğneyip, geçmediğini biliyorum. Beni sevip, değer verdiğini biliyorum. Kaderin için seni suçlayamam. Yazgın neyse beraber paylaşacağız. Kadere karşı gelmek Allah’a karşı gelmek olduğunu biliyorum. O küçük kızın başının üzerinde yeri olduğu gibi, başımın üzerinde de yeri var. Onu olduğu gibi kabulleniyorum.
-Peki ya oğullarım? Bir kaç saat önce sahte gözyaşlarıyla omzumu ıslatan oğullarım? Bir daha göremeyeceklerini bile, bile beni uğurlamaya çıkmadılar. Kendimi öyle yalnız, öyle dışlanmış hissettim ki.
Güzel eşim kıkır, kıkır zevkle güldü.
-Onlarla anlaşmıştık dedi. Seni gitmekten vazgeçirebilmem için yalnız kalmamız gerekiyordu. Onlarda erkenden gittiler.
-Demek bana bir komplo kurdunuz öyle mi?
-Bir bakıma öyle denebilir. Yoksa bize kızdın mı?
-Size kızmak mı? Böyle tuzakların avı olmayı her zaman hazırım. Artık beni yakaladığına göre, kolaylıkla kendine kul köle edebilirsin. Ben de bunu sevinçten ölerek kabul ederim.
Samimi ve güçlü bir mutlulukla ışılayan yüzü birden durgunlaşıverdi. İmgesinde kötü bir anının hayali belirmiş gibi bir an yüzüme baktı. Güzel yüzünde bir kırgınlığın derin izleri belirdi. Elindeki beyaz bir kâğıdı bana doğru uzatarak:
-Demek beni… Senden sonra bir başka erkekle… Bunu nasıl düşünebildin? Diye bağırdı.
Ona yazdığım mektubu bulup, okumuş olmalıydı.
-Beni hayatından tamamen çıkarıp attın zannediyordum dedim. Sadece… Sadece mutlu olmanı istedim.
Her şeye, her şeye rağmen onu düşünmüş olmam bütün benliğiyle sevgiye dönüşüp, bana doğru akmasına neden oldu. Sevginin maddeleşen simgesi yanaklarına doğru akarken:
-Deli diye bağırdı. Senden sonra başka bir erkeği yerine nasıl koyabilirim? Bunu nasıl düşünebilir, böyle bir davranışı benden nasıl bekleyebilirsin?
-Mutlu olman için bu gerekliyse… Niçin olmasın?
Minik elleriyle ağzımı kapatarak:
-Hayır, hayır diye bağırdı. Bunu düşünmem bile mümkün değil. Eşin olarak kalmak ve öyle ölmek istiyorum.
Ellerini ellerime aldım. Avuçlarını minnet ve sevgiyle öptüm. Üzüntü ona, engel olunamaz bir çekicilik vermişti. Üzüntü ve hüznün verdiği esrarlı bir güzellik, beni; onu korumaya, teselli vermeye, onu kucaklayıp, bağrıma basmaya itiyordu. Ona karşı duyduğum olağanüstü sevgi, kaç haftanın hasreti, başımı döndüren, kanımı ateşleyen gül ve kadın kokusu, üzgün ve masum, gözyaşlarıyla nemlenmiş yumuşacık bakan iri kara gözler, öpülmeyi bekleyen, odanın loşluğunda minik, pembe güller gibi duran dolgun dudaklar...
Yüzü öyle yakındı ki, nefesinin ılıklığını ve nefis kokusunu duyuyordum. O kadınsı cazibe, o doğal mıknatıs beni kendine çekiyordu. Ona olan sevgi ve özlemim bu çekimi daha güçlendiriyordu. Kollarım kendi bildiğince, belki biraz hoyratça, dolgun güzel vücudunu sararken; kadınlara özgü; cilve ve naz kokan, gerçekte ateşlenmiş bir kanı ifade eden bir sesle mırıldandı.
-Fakat...Elbisemin ütüsünü bozacaksın.
Hayatımın en mutlu dönemlerinden birini daha yaşamaya başladım. Acı, tatlı bütün bu olanlar; güzel eşimin üzerinde, hiç beklemediğim fakat beni mutluluklarla bir kere daha doldurup, taşıran çok büyük bir değişikliğe neden oldu.
Artık bitip, tükenmek bilmeyen toplantılara, gezmelere ilgisiz kalıyor, yanımdan ayrılmak istemiyor, kendini tamamen bana hasrediyordu.
Önce bunu; gerçekte onu mutsuz eden, benim için yapılmış bir özveri olarak algıladım. Tabi ki ona üzüntü verecek, onu mutsuz edecek hiç bir şeyi kabullenmem mümkün değildi. Her zaman sevdiklerimin mutluluğunu mutluluğuma tercih ediyordum. Sevdiklerini mutlu gördükçe mutlu olabilen nadir insanlardan biriydim. Fakat sonra; güzel eşimin gerçekten benimle olmakla, toplantılara katılmak, ya da gezip, tozmaktan daha çok mutlu olduğunu sevinçle fark ettim. Onun her şeyiyle, hiç bir engel olmaksızın, zorlanmadan, zevk alıp, mutluluk duyarak; nehirlerin akışı ya da mevsimlerin dolanışı gibi, doğal bir şekilde tamamen girivermesi; zaten mutlu ve parlak olan hayatımı, bir kat daha aydınlatıp, güzelleştirdi.
Sabahleyin erkenden kalkıyor, kahvaltı yapıp, oğullarımızı gönderdikten sonra giyinip çıkıyor; saatlerce, genç âşıklar gibi el ele dolaşıyor, bundan büyük bir zevk alıyorduk. Kendi isteğiyle; dolana, dolana dağa tırmanan orman yolunda, yağan yağmura, esen rüzgâra aldırmadan, üzerimize örttüğümüz muşamba yağmurluğun altında nefeslerimiz birbirine karışmış, ciğerlerimiz yağmurun yıkadığı mis gibi dağ havasıyla dopdolu, kalplerimiz hazla atarak, birbirimize dayadığımız vücutlarımızın sıcaklığını duyarak yürüyorduk.
Taze dağ havasıyla yürüyüşümüzün verdiği tatlı yorgunluk; hafif pembe, beyaz yüzünü daha güzelleştiriyor, ona sıhhatli bir genç kız görünümü veriyordu. Kehribar gözlerin iri elmaslar gibi parıldayıp, aydınlattığı yüzünde; davetkâr bir kıvrımla hafifçe yukarı kalkmış, çok hafif bir rujla rengi daha da canlandırılmış; etli, küçük dudaklarını; etrafı gözetleyip, kimse olmadığını kanaat getirdikten sonra suç işleyen insanların korku ve telaşıyla uzun, uzun öpmekten kendimi alamıyordum. En tabii hakkımız olmasına rağmen, yaratılışımızda olan ar duygusu nedeniyle rahatsızlık duyuyor, sabırsızlıkla evimize dönüyorduk.
Güzel eşimin kalbinde; uzaklarda olan o küçük kız içinde bir yer açılmıştı. Anlaşılamaz, izah edilemez bir şekilde ona ilgi gösteriyor, hatta onu seviyor görünüyordu.
Hayır, seviyor görünüyor derken ona haksızlık ediyor, sanki onu riyayla suçluyor gibi oluyorum. Hayır, onun küçük eşime gösterdiği ilgi ve sevgi yapmacıksızdı. Ta içinden, kalbinin derinliklerinden bir pınarın fışkırışı gibi, gayet doğal, zorlamadan akıp, geliyordu.
Belki de; uzaklardaki o küçük kızı sevmekle, beni sevmenin aynı şey olduğunu anlamıştı. Küçük kızın mutluluğunun benim mutluluğum, benim mutluluğumun da kendi mutluluğu olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden sık, sık küçük eşimi telefonla arayıp, aramadığımı soruyor, henüz aramamışsam elimden tutarak telefonun yanına götürüyor, numaraları bizzat eliyle çevirdikten sonra konuşmam için ahizeyi uzatıyordu.
Muhtarın çatlak, ihtiyar sesini ahize de duyunca mutlulukla doluyor; küçük eşim, Değirmenli Ev ve Ballıca gözlerimin önünde canlanıveriyordu. Mutat olan hal hatır sormalarının ardından, muhtarın söylediği hep aynıydı. Küçük hanım çok iyiymiş, merak etmemeliymişim.
Küçük eşimden bu kadarcık da olsun haber almak bana huzur veriyordu. Bu minik haber güzel eşimin de mutluluğunu neden oluyor, onu sevindiriyordu.
Güzel eşimin bir merakı da, fırsat buldukça en baştan başlayarak, harikulâde olarak nitelediği öykümü tekrar, tekrar dinlemekti. Bütün olup, biteni adeta ezberlemişti ama yine de bıkmıyor, gözleri ışıl, ışıl yanarak; tekrar, tekrar anlattırıp, dinlemekten büyük bir zevk alıyordu. Adeta küçük eşimin yerine kendini koyuyor, bütün olayları bizzat yaşamış gibi heyecanlanıyor, mutluluk duyuyordu.
Dönüşümünden bir buçuk ay sonra; yani ikimizi de acılarla kıvrandıran kasırganın bitmesinden on beş gün sonra, şu anda önümde duran defteri getirerek; olup, bitenleri olduğu gibi, hiç bir şey katmadan yazmamı istedi. Ve ben de onun istediğini yaptım. Zannederim güzel eşim, bana bağımlı kalmadan; istediği zaman, çok hoşuna giden bu güzel öyküyü tekrar, tekrar okuyarak yaşamak istiyordu.
Onun harikulâde diye nitelediği; gerçekten bana da harikulâde gibi gelen bu güzel öyküyü yazarken yeniden yaşadım. Bazı yerlerinde mutluluktan uçtum, bazı yerlerinde acılarla kavruldum, çoğu yerlerinde gözyaşlarımı tutamadım.
Güzel eşim, belki özlem ateşimi söndürür de, teselli eder derken yanılmıştı. Şu son noktayı koyduğumda, güzel eşime minnet ve sevgiyle dolu doluyum. Çok uzaklarda, benimle aynı duyguları paylaştığını umduğum küçük kızı ise; daha harlamış, daha da güçlenmiş bir özleyişle, delicesine özlüyorum. Onun için yanan bu ateşi yalnız kendisi söndürebilir.
Üçüncü cildin sonu